Aşk. Kısa, özensiz harflerle bir araya gelmiş bir çile. Anlamsız, şaşkın, karmaşık bir silsile. Aşktan kolayca bahsederdi dudakları lakin sorsanız âşık olmamıştı bir adama. Aşkından verem olmuş bir halk şairi edasında, hiç tatmamıştı aşkın acı badesini bir adamın ellerinden. Herkesten iyi bilirdi oysaki badenin ağızda bıraktığı histen, kalpte bıraktığı ısıdan muzdarip olmayı. Âşık olmamıştı hâlbuki. Tanımamıştı zihnini dans ettirecek bir adam, gönlünü susatacak bir zindan, zifiride kelimeler arayacak bir an. Oysa herkesten iyi bilirdi: Tanrı’yı, büyüyü, aşkı. Tanrı konuşmamıştı onunla, büyü yapılmamıştı yayına, aşk düşürmemişti ateşini. Nasıl oluyordu akıl sır erdirmiyordu ben dâhil tüm mahluklar. Yürürken bile dans ediyordu Tanrı, büyü ve aşkla tanımamıştı oysaki bir Tanrıça, âşık olan bir Tanrı’ya büyülü bir mahzende. Tanımamıştı oysaki kendisine ilmik ilmik bağlanmış sihirli bir asayı. Vakitsiz, usulca uçuşurdu tülleri, mavilikte şeker pembesi bir eda. O adanmışlıkların kadını, ilham düşüren bir Tanrıça, Tanrı’sını bulamamıştı. Aşk hanedanlığını paylaşacak bir beden payidar olmamıştı. Ama aşk oydu, aşkta vücut bulmuş, aşkı seslendirirdi. Aşkı yazardı, akıl sır erdiremezdim bu vukuata, vururken gözleri beni masmavi bir ışınla, savururken beni dalgalı saçlarıyla, öldürürken dudaklarında kalan zehir beni, ben Romeo olmak isterdim. Sade Juliet ile aynı mezara haiz olmaktı gayem. Müteessir dururdum hep, anlamazdım asası olmayan bir alametifarikasını aşkın. Hiç anlamayacağım da aşkı bulamamış bir adamda aşkı yaşayan kadının varoluş mucizesini.
Şinda Köksal