2023 yılının en çok beklenen filmlerinden biri olan Oppenheimer nihayet vizyona girerek seyircisiyle buluştu. Tabi Nolan bu filmi basına duyurduktan sonra büyük bir beklenti içerisine girdi izleyiciler nasıl bir iş ortaya çıkaracak diye bekliyordu. Dünya tarihini değiştiren bir olay ve bu olayın arka planında yaşananları acaba hangi gözlemle verecekti Nolan. Acaba Amerika haklı mıydı? atom bombası gerçekten atılmadan Japonya telsi olabilir miydi? Uuzn yıllardır bu sorular tarih alanın cevap aradığı sorular olmuştur.
Nolan sineması kendine has bir yapıya sahiptir. Nolan Anlatmak istediği her şeyi farklı bir kurgu ve sinematik dil ile vermeyi seviyor. Nolan filmografinse baktığımızda genelde kurmaca hikâyeler ile yola çıktığını görürüz. En son savaş filmlerimden ve yarı biyografik diyebileceğimiz Dunkirk ile karşımıza çıkmıştı. Oppenheimer’ı diğer yapımlarından ayıran en büyük özelliği ise Nolan’ın tam bir biyografik film ile karşımıza çıkacak olmasıdır. Çünkü işin içinde tarihi bir gerçeklik söz konusu. Bunu anlatırken hangi gözlemle anlatacağı merak konusuydu.
Filmin konusuna gelecek olacaksak. 2.Dünya Savaşı devam ederken atom mücadelesi veren başlıca ülkeler vardı. Bunlardan en önemlileri Almanya ve Amerika’ydı. Hızlı davranan ülkeler atom gücüne sahip olacak ve yıkıcı etkisi daha fazla olan bu bombalar sayesinde düşmanların birbirini sindirme gücüne sahip olacaktı. Amerika bu büyük atılım için savaşında ortasında Oppenheimer ile anlaşmaya vararak bu projenin başına geçmesini istedi. Amerika’nın en büyük korkusu ise Almanya’nın ondan önce atom bombasının yapacağı fikriydi. Çünkü Nazi Almanya’sının atom projesine Werner Heisenberg başkanlık ediyordu. Bilim insanları arasında büyük bir üne sahip olan Heisenberg’in atom bombasını bulacağı fikri bütün bilim camiasında bilinen bir gerçekti. Savaşın en kanlı döneminde zamanın çok değerli olduğu bu ortamda bu projelerin önemi çok büyüktü.
Filme geçmeden az çok Oppenheimer’ın hayatına bakmak gerekiyor. Amerika’da orta gelirli bir ailenin çocuğu olarak 1904 yılında Newyork’ta hayata gözlerini açıyor. Aslında ailesi Almanya’dan zamanında Amerikaya göçen bir aile. İyi bir eğitim alan Oppenheimer prestijli üniversitelerde yer alıp buralarda derslerde veriyor. Ama onu tartışmanın odağına taşıyacak en önemli tavrı ise komünist görüşleri yüzünden olacaktır. Savaş sonrasında bir nevi cadı avına çıkan Amerikalılar bu görüşlerden dolayı Oppenheimer’ı resmen giyotine götürmeye çalışmıştır. Savaş sonrasında bombanın ne gibi yerlerde kullanılacağı Oppenheimer2da bir nevi histeri yaratmıştı. Etik sorunlardan dolayı bombanın yok edici unsur hale getirilmesi onda büyük edişeler yaratmıştı.
Filmin senaryosu her ne kadar Nolan’ın elinden çıkmış olsa da ilham kaynağını Kai Bird ve Martin J. Sherwin‘in American Prometheus kitabından almaktadır. Mitoloji’de Prometheus tanrılardan ateşi çalmıştır. Ceza olarak tanrılar onu Kafkas dağlarında bir kayaya zincirleyerek her gün kartallar tarafından iç organları yenilmesi ile ona ceza vermişlerdir. Bu hergün tekrarlanır ve Prometheus’un hergün aynı acıyı çekmesine sebep olmuştur. Oppenheimer’ın savaştan bu duruma düşmesi işte buna örnek gösterilir. Medya önünde her gün onuru kırılan Oppenheimer aslında ateşi çalmanın bedelini ödemektedir. Elleriyle bir yıkım makinesi yaratmış ve bu yıkımın sorumlusu olarak kamuoyunun önüne atılmıştır. Oppenheimer bir nevi Tanrı rolüne bürünmüş ve zirvenin en yukarısına kadar çıkmıştır. Ama bir şey vardır ki zirve de durmak kolay olmayacaktır. Bir el onu aşağı tepe taklak yuvarlayacaktır. Karakterimizin bu çöküşünü yönetmenimiz çok iyi bir şekilde veriyor. Cillian Murphy filmi omuzlarında o kadar güzel taşıyor ki oyunculuk dersi veriyor adeta. Oyunculuk kısmına geldiğimizde ise Murphy hakkında güzel şeyler de söyleyeceğiz.
Filme yapılan en büyük eleştirilerden biri ise süresinin neden üç saat oluşu ile ilgiliydi. Nolan’ın filme dair anlatmak istedikleri bence bununla yeterli bile değildir. Nolan’a soracak olursanız filmi üç saat daha uzatmak isteyebilirdi. Çünkü tarihi bir serüvene çıkıyor yönetmen. Amerikan tarihinin en önemli dönemlerinden biri olan ve soğuk savaşın başladığı bir dönem için 3 saat bence az bile gelir. Herkes yönetmen Nolan’dan bol aksiyonlu bir savaş filmi bekliyordu. Filmin en büyük aksiyon sahnesi bile atom bombasının test edildiği sahnedir. Onda da zaten Nolan herhangi bir CGI yani yeşil perde teknolojisi kullanmamıştır. En büyük takıntısı yeşil perde olan yönetmen hemen hemen hiçbir filminde bu işe başvurmuyor ve IMAX gibi harika kamera ile çalışıyor. Sinema’nın bugünlerde ölmek üzere olduğu bir dönemde sınırlı sinema salonlarında 70mm kameralarla bu işe girişmesi ise büyük bir kumar. Yetiştiği kuşakta sinemanın beyazperdelerde izlendiğini ve sinemanın bir kurtarıcısı olduğunu bizlere göstermeye çalışıyor. Ve bunu da bence şimdilik başarmış durumda. Salonlar dolup taştı.
Filmi izlerken seyircide bazı yerlerde kopmalar görmek mümkün. Çünkü film salt bir biçimde aksiyon içermediği için tamamen diyaloglarla ilerliyor ve bu durum seyircide bir yerde kopuşu getiriyor. Filmi izlerken sanki bir kitabı okur gibi yapmak lazım. Yani okumalar gerçekleştirmek lazım. Biraz daha Amerikan iç siyasetine ve savaş sonrası Amerika’nın dünya siyasetine yön vermesine bakmak lazım. Biraz daha Amerikan espri anlayışı ve folklorik öğeleri de çok iyi bilmek gerekiyor.
Filmi biraz daha ilginç hale getiren olaylardan biri ise Nolan’ın karmaşık zaman kurgusu ve hikayeyi anlatırken sekanslar arası atlaması diyebiliriz. Bazı yerlerde siyah beyaz bazı yerlerde renkli kullanımı bundan olacaktır. Yargılama süreci, Manhattan Projesi’nin anlatılması ve Oppenheimer’ın çocukluk dönemleri birçok farklı dönem farklı kurgulama ile karmaşık bir bağlantı gibi sunulmuş.
Bunun amaçlarından biri ise bence Nolan’ın karakterler arasında herhangi bir bağ kurmamamız için olabilir. Çünkü her karakterin bir iniş ve çıkışı var böylelikle kimin yalan söylediği kimin doğruyu söylediği pek bilinmiyor. Lineer şekilde ilerlemeyen zaman algısı bizde bir komplike gelmiş olabilir. Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri ise Nolan’ın bilimsel sahnelerde daha sade bir kurgu ile karşımıza çıkması ama ne hikmetse işin içine politikacılar ve askeri vesayet girince karmaşık bir zaman kurgusu ile bizde güvensizlik hissini uyandırması ise apayrı bir mesaj. Bu yönetmenin en büyü başarılardan biri diyebiliriz.
Oyunculuklar:
Filmdeki oyunculara gelecek olursak yıldızlar geçidi diyebiliriz filme. Birçok önemli oyuncu ile çalışmak bence iyi bir yönetim beceresi ister. Bunu Türkiye’de başaran çok iyi bir yönetmen var oda Nuri Bilge Ceylan. Gerçekten bu konuda oyuncudan ne istediğini bilen bir yönetmen filmi bir nevi bir tık daha yukarı taşıyor. Nolan benim gözümde Ceylan gibi adam. Çünkü oyuncudan ne alabileceğini çok iyi görebiliyor. Oyuncu seçimini yaparken bunu çok iyi şekilde başarıyor. Cillian Murphy bu oyunculardan sadece biri. Daha önce Nolan filmlerinde küçük rollerde kendini gösteren Murphy bu sefer büyük projede kolları sıvayarak harika üstü bir performans gösteriyor. Eğer 2024 yılında yapılacak Oscar ödül töreninde en iyi erkek oyuncu ödülünü Murphy’nin elinde göreceksek buna şaşırmamak lazım. Duygu değişimi çok iyi veren ve işini çok temiz şekilde yapan Murphy bazen setlerde yemek yemediği bile söyleniyormuş. Tamamen role odaklanıyor ve rolden çıkmamak adına kimse ile görüşmediği de oluyormuş. Bu denli karakterli bir oyun çıkarmak kolay olmamıştır tabi ki de.
Film dediğimiz gibi yıldızlar geçidi gibi. Nereye kafanı çevirsen büyük işler yapmış oyuncuları görüyorsunuz. Matt Demon, Emily Blunt, Rami Malek, Florence Pugh, Benny Safdie, Alden Ehrenreich, Gustaf Skarsgård ve daha nicelere bu filmde oynamış. Bir başka parantez açmak istediğim oyuncu ise Robert Downey Jr. Muazzam bir oyunculuk performansı ortaya koydu. Özellikle onu Demir Adam yani Marvel kahramanlık filmlerinden tanırız ama burada oyunculuğu resmen yaşamış En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünün adayı bence Robert olacaktır. 1993 senesinde kendisini Chaplin filminde aday olmuştu ama yarıştığı kişi Al Pacino idi.
Filmin kadın oyuncuları seçimi ise gerçekten yerinde olmuş. Özellikle Emily Blunt derinlikli karakteri ile filme hayat vermiş. Murphy ve Blunt’ın harika uyumu filmi bir kez daha izlenir kılmış diyebiliriz. Filmi sinemada izleme şansım oldu tabi 70mm destekli bir sinema salonu değildi ama yine de o atmosfere diyecek bir sözüm yok. Harika geçişler ve diyalogların yoğunluğu kafanızın içinde sanki gerçekleşiyor. Eğer dikkati gerçekten dağılmayan biri iseniz film tam size göre. Sinemada telefon ile uğraşan biri değilseniz film sizi içine alıp götürüyor ve ışıklar açıldığında ben neredeyim diyorsunuz. Birkaç sahne beni gerçekten derinden etkilemişti. Nolan’ın payı bunda çok büyüktür. Atom bombası atıldıktan sonra Oppenheimer insanların dolu olduğu bir odaya giriyor ve konuşma gerçekleştirmesi lazım ve o sahnede derin bir sessizlik ve çığlıkların duyulması harikaydı gerçekten. Anı yaşamak dedikleri o olsa gerek. Bir başka sahne ise yargılama esnasında Oppenheimer’ın üzerine soru soranlardan o kadar gitti ki oda yavas yavaş beyaza dönmeye başlıyordu. Evet o sahne CGI kullanılmadan dışarıdan Nolan’ın beyaz ışıkları sayesinde atom bombasının o beyaz yok edici gözleri kör edecek derecede içeri verilmesi sayesinde çekildi. Bundan dolayı Nolan gerçekten işine saygı duyulması gereken harika bir yönetmen. Her detayı ustalıkla ve ince ince dokuyan bir yönetmen.
Sonuç olarak harika bir film ve ustalıkla işlenmiş bir senaryo. Sert ve gerçekçi olmasından dolayı film kendine hayran bıraktırıyor. İzlemenizi ve izlettirmenizi tavsiye ediyorum.
10/9.0
Oppenheimer’ın sözü ile yazımı sonlandırmak istiyorum.
acının şükre dönüştüğü yerde tekinsiz bir kavga bu sağanak bir döngüde bir karga düşüyor sese kargadan adak olmaz öyle yazıyor adını bilmediğin mecmualarda gün sonu acılar düşüyor yazmakla ölmek arasına uykusuzluk diyor şairin biri uykusuzluk dargın bir zihnin uyanık hali sonra nasıl oluyor bilmiyorum ama tanımadığım misafirleri ağırlıyorum yüzümde bazıları ayaküstü uğrayıp giderken bazıları yatıya kalan acılar bırakıyor
Her geçen sene bir yenisi çıkan kameraların saniyede yakaladığı kare sayısının artması, aslında yaşananların “bir kareler bütünü” olduğunu gözler önüne seriyor. Alelade çektiğimiz küçük bir kare, günü geldiğinde filmimizin kapak fotoğrafı olabilir. O Gala Gecesi’nde, hayli akışkan, görüntü kalitesi yüksek ve keskin LCD ekranlarda yönetmeni olduğumuz bu filmi izlerken pişmanlık yaşamayalım diye “Prodüksiyon Şirketi’nin Sahibi” tarafından birtakım uyarılar alıyoruz. Pozlama yöntemlerini ve kamera açılarını öğretiyor bize…
Uçurumun başındayız, yer kaygan – yerin kaygan olmasının sebebi belki de daha evvel kirli olan ellerimizi yıkarken yere damlayan sabun damlalarıdır – evet yer kaygan, ha düştük ha düşeceğiz, bir uyarı geliyor bize: “Yapma” diyor “yapma, sen o suyun balığı değilsin, sonra düşer ayağını sırtını kırarsın, yapma, sen mis kokulu bahçelere layıksın, ne işin var bu küflü ve kokuşmuş ortamda? Biz seni bu kadar seviyorken ne diye bizden sırt çeviriyorsun?” Tabiri caizse dizine yatırıyor bizi, saçlarımızı okşuyor ve anlatmaya başlıyor. Eğer bu uçurumu terk etmezsek senaryonun nasıl devam edeceğini ve filmin nasıl biteceğini bildiği için, filmi ileri sarıyor, eğer bu yoldan dönmezsek filmin nasıl biteceğini görelim ve vazgeçelim diye anlatmaya başlıyor:
1. SENARYO – VASAT ROTA
Ne pozitifsin ne de negatif. Ne sağındasın sayı doğrusunun ne de solunda. Denge noktasındasın ama kararsız denge noktası. Bir kere dengen bozuldu ya, denge konumuna gelmen imkansız artık…
Sıfırsın. Orijindesin, ama bir saat olarak düşünürsek orijini, sen saat 3 yönünde değilsin, saat 9 yönündesin. Sağa değil sola yakınsın. Üfleseler -1 olacaksın. Soruda adı en çok geçen eleman olmana rağmen “değersiz” olmak zoruna gitmiyor mu hiç? Gitmez mi, gidiyor tabi… Sen şimdi -1’i bile kıskanıyorsundur. Öyle ya, onun en azından bir değeri var. Ama sen, sen, üzerine basılıp geçilen ve üzerine basıldığının bile farkında olunmayan karıncalar gibi, tabağın dibinde kalan ve artık haram gözüyle bakılıp çöpe dökülen yemekler gibi, evde beş parasız oturmak gibi, işte oradasın. Halbuki bıldırcın ve kudret helvası dahil tüm imkanlar, tüm fırsatlar ayağına gelmişti. Halbuki sen bu solgun ışıklı sarı ampulü temizleyip kristal bir avizeye çevirecektin. O ampulü temizlemek için ipekten bir mendil vardı elinde. Ama sen, şehrin en kirli ara sokağının en tenha köşesindeki cılız ışıklı bir sokak lambasının altında oturmayı tercih ettin. Ve otururken altın kirlenmesin diye o ipekten mendili altına serdin. Şehir seni alttan alıyordu halbuki farkında değildin… Evet işte sen, o cılız ışıklı sokak lambasının altında küflü bir yemek yemeyi tercih ettin ve o küflü yemeği yerken sofra bezi olarak kullandın o güzelim ipek mendili… Şehrin kirlenip kirlenmemesi umurunda değildi ki, o küflü yemek boşa gitmesin diye, üzerinden toplayıp yemek için sermiştin o mendili… Midenin hassas olduğunu da biliyordun oysaki, hiç mi tahmin etmedin bu küflü yemeğin seni rahatsız edeceğini?..
“Çölün ortasında yapayalnızsın” diyecektim ama demiyorum. Çölün ortasında değilsin. Sen artık çölün kendisisin.
2. SENARYO – KUMAR BORCU VE İFLAS “Şu yollardan geçiriliyorsun şu kapıdan giriyorsun” vesaire demek isterdim ama demiyorum çünkü buraların yabancısı değilsin, buraya yeni gelmiyorsun, sen zaten bu çukurun içindeymişsin… İçindeymişsin de yıllarca farkına varamadan yaşamışsın orada… İçindeymişsin de elinde ifritlerin kirli tırnaklarından yapılma bir mum varmış, sözde o mum aydınlatmış yolunu, sonra eriye eriye işte söndü en sonunda. İşte şimdi sana kala kala o ifritlerin tırnaklarının altındaki kirler kaldı.
Dünyadayken ona doğru bile bakmadığın, yüzünü ekşittiğin, o rögar kapağının üzerindeki lağım sineği gelmiş şimdi omzuna konmuş. Bazı vakit de etrafında şöyle bir tur dönüp kutsuyor seni…
“Hani, ateş yok burada, o kadar bahsettiniz, hani nerede o ateş?” diyorsun. “Burada ateş yok zaten” diyorlar, “buraya herkes kendi ateşini getiriyor…” Bunları işitince bir beyin zonklaması tutuyor seni: zonkk zonkk ve bir sinek vızıltısı: vızz vızz ve acı bir farkındalık… Elini birden sol cebine götürüyorsun, o da ne? Bir kor parçası… Sen onca yıl bir kor parçasıyla yaşamışsın da farkına da varamamışsın…
Ne oldu şimdi? Değdi mi gerçekten? Nerede o günaydınlar, merhabalar, buyurun Efendimler? Nerede o beyaz gömlekler, nerede o parlak kunduralar ve nerede o az pişsinler, çok pişsinler…
Sözde çok hâkimdin ya literatüre, hani çapraz şekilde ayak ayak üstüne atıp ellerini birleştirip entel dantel muhabbetler yapardın ya… O muhabbetlerin öznesiydi şu meşhur yazarlar… Niçe kamü dosto falan… Sen tuttun dostoyu örnek aldın kendine… Gittin bir kumarbaz oldun… Bir kumarbaz, Allah’ın varlığına mı yokluğuna mı bahis oynar? Sen gittin Allah’ın yokluğuna bahis oynadın… Senin kumar borcunu kapatacak olan O Zât’ı da inkar ettin… Azîz ve Rahmân ve Rahîm olan O Zât’ı hiçe saydın… Şimdi kim kapatacak kumar borcunu?
3. SENARYO – ASIL OLMASI GEREKEN – ZİYAFETE DAVET
Altın oymalı, sedef işlemeli, yakut ve mercan kaplı bir kapının önündeyiz. İçeri gireceğimizin müjdesini almışız. İçimiz kıpır kıpır. Kuşlar bu sefer içimizde değil, dışımızda uçuşuyorlar; sağ ve sol yanımızdalar, bizi aralarına almışlar. Sadece müstesna şahsiyetlerin davetli olduğu bu Kutlu Ziyafet’in özel davetlisi olmanın süruru içerisindeyiz. Bu Resepsiyon’a kabul edilmeye layık görüldüğümüz için kendimizi son derece şanslı hissediyoruz. Kapının açılacağını hissediyoruz. Evet, görmüyoruz, hissediyoruz çünkü artık burada madde de yok metafizik de yok. Fiziğin kendisindeyiz. Fizikötesinde değiliz; Fizikteyiz. Kapı aralanıyor, üzerimize beyaz lazerler tutuyorlar. Meğerse Nur’muş onlar. Buraların yabancısıyız. Bu ışıkların etkisiyle ayak parmaklarımızdan tüm kirlerin –maddeye dair her şeyin– akıp gittiğini görüyoruz. Ve kapı açılıyor, karşımızdaki bu büyüklük göz bebeklerimize sığmıyor, ışığın etkisiyle bayılıyoruz. Barok desenli ve ayaklı kadehlere doldurulan “Kevser” adlı Havuz’dan alınan bir suyu bize içiriyorlar. Öylesine ferahlatıcı ve öylesine yoğun ki hepsini bitiremiyoruz. Görevliler, elmas işlemeli bıçak benzeri fakat canımızı hiç mi hiç acıtmayan bir aletle göğüs kafesimizi ikiye ayırıyorlar. Bardağın geri kalan kısmını ellerine döküp o suyla kalbimizi yıkıyorlar ve göğüs kafesimizin içine kıpkırmızı bir gül yerleştiriyorlar. İçimizde bir gül ile içeri giriyoruz. İçerisi nasıl mı? Ben şu kadarını söyleyeyim: İçerisi Şampiyonlar Ligi… Üçler, Yediler, Kırklar, hepsi buradalar. Sağlı sollu oturmuş bizi bekliyorlar.
En önemlisi, simsiyah saçları ve simsiyah gözleriyle, ayı ikiye ayıran Adam –adam gibi Adam– da orada… Bizi görür görmez tebessüm edip yanımıza doğru yürüyor (Kalp dayanır mı buna? Dayanmaz. Ama kalp yok artık göğüs kafesimizde; gül var, kıpkırmızı bir gül). Bizi kucaklamak istermişçesine kollarını açmış geliyor, hemen koşup sarılıyoruz… “Nerde kaldınız” diyor, “ben de sizi bekliyordum, çok özledim sizi…” Çağıldayan Irmak’tan yüzümüze değen su damlalarının ferahlığı eşliğinde soru yağmuruna tutuyoruz O’nu. Zorlu yıllar, Ceng’ler, açlık, susuzluk, yalnızlık, hepsini anlatıyor… İçimizden biri çıkıp yıllardır merak ettiği o soruyu soruyor:
“Kurban Olduğum, Taif’te canın çok yandı mı?”
Öyle mutluyuz öyle mutluyuz ki yemek yemek aklımıza bile gelmiyor. Zaten bizim asıl gâyemiz, oturup yemek yemekten ziyade; tabiri caizse Dünya’yı, Ay’ı, Güneş’i, Venüs’ü, Jüpiter’i, Neptün’ü, Uranüs’ü, Satürn’ü ve milyarlarca gezegeni elinde tespih tanesi gibi çeviren Yüce Zât’ın Sofrası’na kabul edilme şerefine ermektir. Evet, yegâne gâyemiz bu Kutlu Resepsiyon’a davetli olma ve bizim için özel davet kartı basılma şerefine nail olmaktır.
Gezegenleri elinde döndüren O Zât’ın, bir de Yüzü’nü size doğru döndürdüğünü düşünür müsünüz?
İşte, isteriz ki filmimiz böyle bitsin, isteriz ki hepimizin payına 3. Senaryo düşsün. İsteriz ki hepimiz bu Kutlu Ziyafet’in özel davetlileri olalım ve hepimizin adına özel davet kartı basılsın… Ben isterim ki sizlerle o Yüce Sofra’da oturalım ve bu yazıyı size orada da okuyayım… Elimizde 4K 60FPS çekim yapabilen en kaliteli kamera var. Gelin güzel bir film çekelim, hatalı kamera açılarını artık geride bırakıp, yanlış pozlamaları tek bir tuşla silip, şu kameranın hakkını verelim de, Gala Gecesi’nde filmimiz çok mu çok beğenilsin. Gelin, adımıza özel davet kartı basılsın…
Sinema bir görsel aktarım biçimi olarak günümüzün en büyük anlatısına sahiptir. Kültürel emperyalizminin destekleyicilerinden biri olan bu sektör bazı devletler için yumuşak güç faktörü olarak yer almaktadır. Bu devletlerden biri de Amerika Birleşik Devletleri’dir. Yüz yılı aşkın bir zaman diliminde bu sektörde liderliğini devam ettiren Amerika, hala bu alanda kimseye birincilik unvanını vermemektedir.
Bu bağlamda öncelikle ele alınması gereken kavram “kültür”dür. Eğer bir toplumu, savaş veya sömürgecilik faaliyetleri ile yenemeyecekseniz bunu kültür eksenli yapmanız gerecektir. Bu konunun en büyük örneğini ise Amerika’da görmekteyiz. Film, dizi, belgesel ve dijital platformlarıyla bunun liderliğini yaparak diğer ülkelere bu kültürel ürünleri başarılı şekilde satmaktadır. Bir toplumun değer yargılarını, örf adet ve geleneklerini kökünden bir değişime tabii tutmak isterseniz öncelikle kültürel bir erozyona uğratmanız gerekmektedir. Bu duruma birçok örnek verilebilir. Netflix platformu bunu çok iyi şekilde başarmaktadır. Platform, vermek istediği mesajı film veya dizileri içerisine yerleştirerek izleyicileri adeta bir manipülasyona maruz bırakmaktadır. Bu platform günümüzde dünya internet verisinin %17’sine sahiptir. Yani bu platforma pastadan ne kadar büyük bir pay düştüğünü ve ne kadar büyük bir sermayesinin olduğunu düşünmek hayal değildir.
Günümüzde teknolojinin hızlı bir şekilde ilerlemesi kitle iletişim araçlarının önemini arttırmıştır. Radyo, televizyon, sinema gibi sektörler büyük adımlar atmıştır. Telefonlarımızda yer alan uygulamalar istediğimiz yerde film ve dizi izleme imkânı sağlamaktadır. Bu tür kolaylıklar insanların sorgulama yetilerinin körelmesine neden olmaktadır. Hızlı tüketim toplumunda bizlere diziler ve filmler yetmez duruma geldi hatta bir gecede bütün bir sezonun bölümlerini izler hale geldik. Bir filmin içine konulan ürün yerleştirme sayesinde markalar kârlarını daha çok artırır hale geldi. Filmlerde gördüğümüz müzikleri sevmediğimiz halde müzik listelerimize ekler olduk. Bu dayatmalarla sektör, başarılarının farkına varmış ve bu alana daha çok yatırım yapmaya başlamıştır. Özellikle Netflix platformu Türkiye’de büyük bir beklenti içerisine girdiğinden peş peşe dizi projeleri yayınlamaya başlamıştır. Koronavirüs sürecinde kârını artıran Netflix daha çok üye kazanır duruma gelmiştir. Böylece daha önce bahsettiğimiz kültürel erozyon başlamıştır. Kültürel kodlarda var olmayan durumlar özenir hale getirilmektedir. Bu durumdan en çok etkilenen kitle ise gençlerdir. Hollywood sektörü, Amerika sanayisinin görünmeyen dişillilerinin en temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Propaganda aracı olarak Hollywood sektörü büyük kâr marjına sahiptir. Sektör yıllık 100 milyar dolar gibi büyük gelir elde etmektedir. Diğer ülkelere sattığı film, reklam ve ürünlerden çok para kazanmaktadır. Buna en güzel örnek olarak Star Wars serisi örnek verilebilir. Filmin hayranları filmdeki karakterlere, Star Wars’un simgelerinden ışın kılıçlarına, filmdeki uzay araçlarına ait oyuncaklara, maskelere ve legolara büyük ilgi duymaktadır. Bu duruma bir de elektronik oyunlar, TV hakları ve lisans gelirleri de eklenince filmin yaratması beklenen ekonomi 9,6 milyar dolara ulaşmaktadır. Örnekte görüldüğü gibi sadece bir filmin nasıl büyük bir pazar payı oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Propagandanın tanımına bakacak olursak; propaganda, belli bir fikir ve davranışın kökenini, bununla ilgili çıkarı, kullandığı yöntemleri, yaymak istediği içeriği ve benimseyenlerin karşılayacağı sonuçları göz önünde tutarak, bu hususlardan birini, bir kaçını veya hepsini gözetmek suretiyle onu yayma ve kabul ettirme gayretidir.
Hollywood sektörü en iyi propaganda araçlarına sahiptir. Gösterişli evler, arabalar ve özendirici aktörlerin hayatları ekranlarda gösterildiğinde kitle tarafından tüm bunlara sahip olma dürtüsüne neden olmaktadır. Tüm bu faktörler, aslında izleyicilere sübliminal bir şekilde aktarılmaktadır. Verilen propagandanın doğru olup olmaması da önemli değildir. Doğruyu vermek zorunda olmayan propaganda izleyicilere yanlış bilgiler vererek izleyicileri kendi doğrularına yönlendiriyor olabilir. Bu duruma bir örnek verilebilir: Amerika, Vietnam Savaşı’nda hem ekonomik hem de askerlerin ölümü sebebiyle büyük kayıplara uğramıştır. Büyük bir çöküntüye giren Amerika Birleşik Devletleri çareyi Hollywood sektörüne çektirdiği filmlerde bulmuştur. Rambo filminde Vietnam Savaşı kaybedilmesine rağmen, kendini savaşın galibi olarak gösterip kendi kamuoyunda aklamaya çalışması bu durumu açıklayan en iyi örneklerden biri olabilir.
Sektörü elinde tutan medya kuruluşları da önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Amerika topraklarından büyük öneme sahip olan “locafaaliyetleri” bu sektörün can damarını oluşturmaktadır. Büyük şirketlerin bu faaliyetleri fonladığını düşünmek yanlış olmamaktadır. Yahudi locaları özellikle bu alanda çok büyük bir etkiye sahiptir. Filmlerde, dizilerde veya II. Dünya Savaşı temalı filmlerde Holokost içerikli bir senaryo görmemek mümkün değildir.
Bu fikri destekleyecek bir anekdota yer verelim. Orgeneral Kemal Yavuz’un Amerikalı bir generalle yaptığı bir konuşmada “İsrail’in Ortadoğu politikaları ile ilgili eleştirilerinizde tamamen haklısınız. Ama ABD’nin bu konudaki bir gerçeğini de bilmelisiniz. Amerika’da devlette ve hatta özel sektörde hiç kimse, Başkan dâhil, İsrail’in politikalarını körü körüne desteklemedikçe sandalyesinde kalamaz. Çünkü Amerika’da insanları yöneten iki güç odağı mevcuttur; paranın ve medyanın (yazılı ve görsel basın ve sinema) patronları. Bu iki güç odağı da Yahudilerin elindedir”. Anlaşıldığı gibi Amerika topraklarında büyük bir güce sahip olan Yahudiler loca faaliyetlerinden geri kalmayıp sektörü ellerinde tutarak sektörün liderliğini sürdürmektedirler.
Sonuç olarak, kültürel emperyalizm bireylerin öz kültürünü dezenformasyona uğratarak gelecek nesillerin sosyolojik olarak kendi benliklerini kaybedeceği bir duruma yol açacaktır. Bu konuda bireylere düşen görev ise durumun ehemmiyetinin farkında olmalarıdır.
Yapay zekâ ve akıllı teknolojiler, şu dönemler birçok kişi tarafından sıklıkla dile getirilen ve gündemde yoğun olarak zikredilen kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramlarla birlikte birçok disiplinin çalışma prensibinin ve yöntemlerinin değişebileceği, dönüşebileceği konuşulmakta ve edebiyattan müziğe; müzikten görsel üretimlere ve daha birçok alana temas ettiği söylenebilmektedir. Disiplinler arası etkileşim başlı başına bir araştırma alanı iken bu durumun akıllı teknolojiler kavramlarıyla birlikte harmanlanması çeşitli fikirlerin üretimine ve beraber işleyen, üreten, disiplinlerarası sistemlerin oluşmasına neden olmaktadır. Bu disiplinler arası birlikteliğin bir denemesi, Mardin Büyükşehir Belediyesi Gençlik Merkezi’nde ekibimizi de içinde barındıran Yapay Zeka Atölyesi’nde gerçekleştirilmektedir. Atölyede bilişim, yazılım, yapay zekâ, elektrik-elektronik, mimarlık disiplinleriyle ilgili eğitimini tamamlamış olan eğitimciler ve bunlarla yakından ilgilenen öğrenciler bulunmaktadır. Ekibimiz aktif olarak, disiplinler arası etkileşimi deneyimleme imkânı bulurken, farklı alanlarda üretilen bilginin birbirine entegre olma hali üzerine de çalışmaktadır. Çeşitli yarışmalar, atölyeler ve derslerle birlikte çalışmalar yürüten ekibimizin, dergi çalışmalarına ilk olarak; içinde bulunduğumuz Mardin kentinin çeşitli kavramlar üzerinden düşünülmesi şeklinde başladığı söylenebilir. Bu durumun düşünsel kısmının aktarılabilmesi için farklı disiplinlerle ilgilenen her bir eğitimcimiz, çeşitli kavramlar üzerinden Mardin’i yeniden düşünebilmeyi sağlayan denemeler üretti. Öte yandan bu kavramlar, aşağıda belirtildiği üzere çeşitli başlıklar üzerinden irdelenerek, Mardin kenti bağlamında çeşitli görseller ve metinlerle bir araya getirilmesi sağlandı. Mardin kenti özelinde irdelenen ana başlıklar şu şekildedir;
Kent silueti,
Ulaşım,
Restorasyon,
Akıllı teknolojiler ve fütüristik elemanlar,
Topografya, doğa ve peyzaj Makale oluşturulurken, farklı disiplinlerin birlikte kullanılarak gelecek birkaç yıl içinde, Mardin ile ilgili ne tür öngörülerde bulunabileceği araştırılmış ve ekibimizce 4 farklı yol izlenmiştir. Bu yöntemlerden birincisinde; yukarıda belirtilen kavramlara bağlı olarak Chat OpenAI – ChatGPT adlı yapay zeka uygulamasında, belirlenen ana başlıklar çerçevesinde metinler oluşturulmuştur. İkinci yöntem olarak, DALL·E 2 – OpenAI uzantısı kullanılıp, çeşitli kavramlar kodlanarak o kavramların işlendiği görseller oluşturulmuş üçüncü yöntemde ise Midjourney adlı yapay zeka uzantısı kullanılmış ve bu uzantıya gerçekte var olan fotoğraflar yüklenip, onlar üzerinden uygulanması istenen etkiler, kavram olarak aktarılmış ve bu şekilde de çeşitli görsellerin oluşması sağlanmıştır. Son olarak dördüncü yöntemde ise farklı disiplinlerin beraberliğiyle oluşan ekibimiz üyeleri tarafından, manuel olarak ara ara açıklama metinleri oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu makale, manuel olarak hazırlanan metinler içinde, yapay zekâ kullanılarak oluşturulmuş metinleri ve onları destekler nitelikteki çeşitli görselleri içinde barındırmaktadır. Farklı font kullanılarak hazırlanan metinler, yapay zekanın oluşturduğu metinler(italik), yapay zekaya sorulan sorular (kalın regular) ve ekibimizce hazırlanan metinleri(regular) içermektedir. Makalemizin konusunu oluşturan konu ve kavramlar, yapay zekâ uzantılarına sorular sorularak genişletilmiş ve bunların görselleri de aynı mantıkla yapay zekâ kullanılarak oluşturulmuştur. Bu sorulardan ilki, “Yapay zekâ, mimarlık, elektrik elektronik, bilişim gibi farklı disiplinlerin birlikteliği kentlerin gelecekte planlanmasında ne işe yarar, neleri ön görmemizi sağlar?” şeklinde sorulmuş ve aşağıda verildiği gibi bir metin oluşmuştur; Yapay zekâ, mimarlık, elektrik-elektronik, bilişim gibi farklı disiplinlerin birlikteliği, kentlerin geleceğinin planlanması için birçok fayda sağlayabilmektedir. Örneğin, yapay zekâ teknolojisi; kentlerde kullanılarak gelecekteki ihtiyaçları daha iyi tahmin etmek için verileri analiz edebilmekte, mimarlık disiplini; kentlerde bulunan mevcut yapıları inceleyerek, gelecekteki ihtiyaçları karşılamaya yönelik tasarım seçeneklerinin üretilebilmesine olanak sağlamakta, elektrik-elektronik disiplini; kentlerde kullanılacak sistemlerin tasarımının yapılmasına ve bunların çalışabilmesine olanak sağlayabilmektedir. Bilişim disiplini de kentlerde kullanılacak yapay zekâ sistemlerini tasarlayabilmekte ve bunların çalışmasını sağlayabilmektedir. Dolayısıyla yapay zekâ, mimarlık, elektrik-elektronik ve bilişim gibi farklı disiplinlerin birlikteliği, kentlerin geleceğinin planlanması sürecinde çeşitli faydalar sağlayabilmekte, bu disiplinler arasında iş birliği yapılarak, kentlerin geleceğine yönelik daha bilinçli kararlar verilebilmesine ve daha verimli bir şehir planlanmasına yardımcı olabilmektedir. (Metin 1) Genel anlamda çerçevesi oluşturulan metin daha genişletilip Mardin bağlamına çekilmek istendiğinde ve ilk olarak sorulan soru “Yapay zekâ, mimarlık, elektrik elektronik, bilişim gibi farklı disiplinlerin birlikteliği tarihi yapıları içinde barındıran Mardin şehrinin geleceğinin planlanması için ne gibi bir fayda sağlar?” şeklinde özelleştirildiğinde konu benzer biçimde ilerlemekte ve aşağıda verildiği gibi bir metin ortaya çıkmaktadır. Mardin, içinde tarihi yapıları barındıran birçok kesim tarafından bilinmesiyle ünlenmiş bir şehirdir. Bu nedenle yapay zekâ, mimarlık, elektrik elektronik ve bilişim gibi farklı disiplinlerin birlikteliği, Mardin şehrinin geleceğini planlamada çok önemli rol oynamaktadır. Örneğin, yapay zeka teknolojisi kullanılarak, Mardin şehrinin tarihi yapılarının durumlarının sürekli izlenmesi ve bu yapıların ihtiyaç duydukları onarım ve bakım çalışmalarının planlanması gibi görevler yapılabilmekte; şehrin gelecekteki nüfus ve turizm ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yeni yapıların tasarımı ve inşa edilmesi gibi görevleri yapılandırılabilmekte, ayrıca Mardin şehrinin tarihi yapılarının elektrik sistemlerinin modernizasyonu ve yenilenmesi gibi görevlerin de yapılabilmesi için ön çalışma niteliğinde görsel, teorik veya teknik veriler sunulabilmektedir. (Metin 2) Disiplinler arası etkileşimin, kentler ve spesifik olarak da Mardin bağlamında oluşturabileceği etkiler araştırıldıktan sonra ana başlıklar irdelenmeye ve bunların görsel üretimleri de oluşturulmaya başlanmıştır. Örneğin Mardin kentinin silüetiyle ilgili yapay zekâ uzantısına “100 yıl sonra, tarihi binaları olan Mardin şehrinin silüetinde, ne gibi değişiklikler olmuş olabilir?” şeklinde bir soru sorulduğunda aşağıda verilen şekildeki gibi bir metinle karşı karşıya kaldığımız söylenebilmektedir. Tarihi binaları olan Mardin şehrinin 100 yıl sonraki silüetinde ne tür değişiklikler olacağını tahmin etmek oldukça zor bir görev olacaktır. Bu süre zarfında tarihi binaların koruma durumu, yenilenme çalışmaları ve şehir planlaması gibi faktörler, tarihi binaların durumunu etkileyebilir. Örneğin, tarihi binaların koruma altına alınması ve yenilenme çalışmaları yapılmasıyla birlikte bu binaların günümüzdeki gibi görünebileceği ve silüetlerinde değişiklik olmayabileceği, tarihi binaların yıkılıp yerine yeni binaların inşa edilmesiyle birlikte silüetlerinde değişiklikler olabileceği gibi örnekler verilebilir. Ancak bu tahminlerin doğruluğunu garanti edemem ve 100 yıl sonra Mardin şehrinin tarihi binaları olan silüetinde ne tür değişiklikler olacağı konusunda net bir bilgiye sahip değilim. (Metin 3) Yukarıdaki metinde de görüldüğü üzere, yapay zekâ uzantısı, gelecek ile ilgili metin oluştururken pek fazla veri verememektedir. Bu durum, veri tabanlarında var olan bilginin, geçmişe görece daha az ve tartışılabilir olduğuyla açıklanabilmektedir. Devamında, Mardin kent silüeti ile ilgili Midjourney adlı yapay zekâ uzantısıyla görselleştirme denemeleri yapılmış ve oluşan görselleri Şekil 1. ve Şekil 2.’deki gibidir.
Midjourney adlı uzantıyla oluşturulan yukarıdaki görseller, var olan bir fotoğrafın üzerine kavramların işlenmesiyle oluşmaktadır. Bu nedenle uzantıya yazılan her bir kavramın görsele işlenme biçimi çok müdahale edilebilecek bir etmen olmamakla birlikte rastlantısal olgunluğu da içinde barındırmaktadır.
Şekil 3. ve Şekil 4. olarak yukarıda verilen görseller Mardin Müze’sinin yakınlarında çekilen bir fotoğrafın Midjourney’e aktarılıp “future, futuristic city” gibi kavramların eklenip işlenmesiyle oluşturulmuştur. Görsellerde de göründüğü üzere genel ambiyans korunmaya çalışılırken bir yandan da bilim kurgu filmlerini andıran bir ortam oluşturulmuştur.
Şekil 5. ve Şekil 6., Mardin Emir Hamamı’nın üstten görüntüsünü içine alan mevcut fotoğrafın yine benzer kavramlarla Midjourney’e aktarılmasıyla oluşturulmuştur.
Görsellere işlenen kavramların, bilim kurgu-fantastik film sahnelerinden beslenerek oluşmuş olabileceği tahmin edilmekte ve bu etkilere benzer efektlerin oluşan ürünlere işlendiği Şekil 8.’de olduğu gibi görülmektedir. Mardin silüetiyle ilgili yapılan araştırmanın ardından konu yapı ölçeğine çekilip gelecek birkaç yıl içinde Mardin kentinde nasıl bir değişiklik olabileceği sorusu merak edilmiş ve yapay zeka uzantısı olan Chat OpenAI – ChatGPT adlı yapay zeka uygulamasına “Gelecek birkaç yıl içinde, tarihi taş evleri olan Mardin şehrinde, yapılarla ilgili ne tür bir değişiklik olabilir?”sorusu sorulmuş, ve aşağıda verildiği gibi bir metin oluşmuştur;
Mardin şehrinde tarihi taş evlerin durumunu tam olarak bilmiyorum ve gelecekte ne tür değişiklikler olacağını tahmin etmek için yeterli bilgiye sahip değilim. Ancak, tarihi yapıların genellikle koruma altına alındığını ve korunması için çeşitli önlemler alındığını biliyorum. Bu önlemler arasında yapıların onarımı ve restore edilmesi, kullanım amaçlarının değiştirilmesi gibi seçenekler bulunabilir. Bunun yanı sıra, tarihi yapıların turizm sektöründe kullanılması gibi farklı yöntemler de kullanılabilir. Ancak, tarihi yapıların gelecekteki kullanımı ve değişiklikleri hakkında kesin bir bilgiye sahip değilim ve bu konuda daha fazla bilgi için Mardin Valiliği veya ilgili kurumlara başvurmanızı öneririm. Aynı konu Midjourney adlı yapay zekâ uzantısında, görsel üretimlerin oluşturulmasıyla geliştirilmiş ve oluşan üretimler aşağıdaki gibi geliştirilmiştir.
Şekil 9.’da görünen fotoğraf, Midjourney’e aktarılıp gelecek ile ilgili kavramlarla birlikte kodlanması istendiğinde, bilim kurgu-fantastik filmlerinde sıklıkla görülen figürler, uçan araçlar, metal cepheli yapıların fotoğrafa eklemlendiği ve Şekil 10.’da görüldüğü gibi bir görüntünün oluştuğu gözlemlenmiştir.
Şekil 10. ve Şekil 11., Kasımiye Medresesi’nin gerçek görüntülerinin yapay zekâ uzantısına aktarılmasıyla oluşturulmuştur. Mevcut fotoğraflara “science fiction, cybernetic city, fantasy” gibi kavramlarının entegre edilmesiyle yukarıda verilen görseller oluşmuştur.
Mardin 1. Cadde mevkiinden çekilen Şekil 12.’de görünen fotoğraf, yapay zekaya aktarılıp, işlendikten sonra Şekil 13.’de verilen görsel oluşmuştur. Bu görselde ana caddenin genişlediği, tarihi taş yapılarının değişime uğradığı ve yeni yapı elemanlarının eklenerek yeni görünümüne kavuştuğu söylenebilir.
Şekil 14.’de görüldüğü üzere, Mardin PTT binasının günümüzdeki mevcut hali, Midjourney ile şekillendirilerek Şekil 15.’deki görsele evrilmiştir. Şekil 15.’de görüldüğü üzere mevcut tarihi yapılara metal cepheli yapılar eklenirken bir yandan da uçan araçların da eklendiği gözlemlenmektedir.
Mardin’in genel silüeti ve yapısal anlamda değişim olasılıkları incelendikten sonra, ulaşım kavramı Mardin bağlamında araştırılmaya başlanmıştır. Tarihi bir kent olan Mardin’in ulaşım konusu, yıllardır konuşulan genel bir sorunsal olup konuyla alakalı pek çok çalışma yapılmıştır. Bu sorunsalın en başlıca sebeplerinden biri sokaklarının dar ve organik şekilde yayılıyor olmasıdır. Bu durum da kente, planlanabilir bir ulaşım sisteminin uyarlanmasını her daim
zorlaştırmaktadır. Tam bu noktada; “Teknolojinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan; otonom araçlar, zipline, uçan ulaşım araçları gibi araçların Mardin kentine uyarlanması ne şekilde bir sonuç doğurur?” şeklinde bir soru akıllara gelmektedir. Bu soru yapay zekaya “100 yıl sonra Mardin şehrinde ulaşım sistemleriyle ilgili ne tür değişiklikler olmuş olabilir? şeklinde sorulmuş ve cevap aşağıda verilen metinde olduğu gibi oluşmuştur. 100 yıl sonra Mardin şehrinde ulaşım sistemlerinde ne tür değişiklikler olacağını tahmin etmek oldukça zor bir görev olacaktır. Bu süre zarfında teknolojik ilerlemeler, toplumsal değişimler ve ekonomik faktörler gibi çeşitli etkenler ulaşım sistemlerini etkileyebilir. Örneğin, elektrikli araçların daha yaygın hale gelmesiyle birlikte ulaşımın daha az karbon salınımıyla gerçekleştirilebileceği, havayolu seyahatlerinin daha ucuz ve konforlu hale gelebileceği, yapay zekâ ve otomatik sürüş teknolojisinin gelişmesiyle birlikte otomatik araçların yaygınlaşabileceği gibi örnekler verilebilir. Ancak bu tahminlerin doğruluğunu garanti edemem ve 100 yıl sonra Mardin şehrinde ulaşım sistemlerinde ne tür değişiklikler olacağı konusunda net bir bilgiye sahip değilim. Oluşan bu metnin ardından Midjourney adlı uzantının yerine DALL-E yapay zekâ uzantısı kullanılmaya başlanmıştır. Böylece farklı yöntem çeşitleri denenerek oluşan sonuçlar üzerinden tartışmaya devam edilmiştir.
DALL-E adlı yapay zeka uzantısı ile yapılmaya başlanan denemelerde, Midjourney’den farklı olarak, sadece kavramların yazılmasıyla görsellerin oluşması söz konusudur. Görsellerin bir yandan daha gerçekçi oluşması söz konusuyken, oluşan ortamın DALL-E’nin kendi inisiyatifine göre oluşturması bazı çalışma yöntemlerine göre dezavantaj olarak algılanabilmektedir. Bu durum Şekil 19. ve Şekil 20.’de de gözlenmektedir. Görselin hangi ortamın içinde geçtiği tam olarak bilinmemekle birlikte bununla ilgili “Mardin’in ana
caddesinden tramvay hattının geçmesi durumunda oluşan görüntü” şeklinde çeşitli tahminler yapılabilmektedir.
Şekil 21. ile Şekil 22., Eski Mardin olarak tabir edilen bölgede bulunan ana caddeye “Maglev” yani manyetik raylı tren sisteminin entegre edilmesiyle oluşturulmuştur. Bu görsellerin oluşması, ileride olabileceği mümkün olan ulaşım araçlarıyla ilgili bizlere ön bilgi vermekte ve sadece bu görsellerden hareketle caddeden bu şekilde geçecek sistemin “nasıl ve ne şekilde” yapılabileceği tartışmaya açık bir konu haline gelmektedir.
Eski bir kent olan Mardin’in ulaşım, yapısal dönüşümleri incelendikten sonra topografya ve peyzaj alanları da merak edilmiş ve araştırmalara o şekilde devam edilmiştir. Bu araştırma çerçevesi “Mardin’de deniz, nehir, göl gibi verilerinin dahil edilmesi ne gibi sonuçlar doğurabilir” şeklindeki sorularla şekillenmeye başlamış ve Chat OpenAI – ChatGPT’ye “Mardin’de deniz olursa ne gibi değişiklikler olur?” gibi bir soru sorulduğunda; “Mardin, çok eski tarihlere dayanan ve günümüzde bir tepenin üzerinde yer alan bir şehirdir ve tarihi yapıları ve eserleri ile ünlüdür. Şehirde deniz olması durumunda bu yapılar ve eserler su altında kalabilir ve zarar görebilir. Ayrıca, bu durum Mardin’in topografik yapısının da değişmesine neden olabilecektir. Deniz olması durumu, Mardin’in ekonomisinin de değişmesine neden olacaktır. Mardin’in bugünkü ekonomisi, turizm, tarım ve el sanatları gibi sektörlerden oluşmaktadır. Ancak, deniz olması durumunda bu sektörlerin çalışma şekilleri değişecektir. Örneğin, turizm sektörü deniz olması durumunda Mardin’in plajları üzerine odaklanabilir. Sonuç olarak, eğer tarihi şehir Mardin’de deniz olursa, bu şehir için çok büyük değişiklikler olur. Mardin’in topografik yapısı, ekonomisi ve yapıları ve eserleri değişecektir.” şeklinde bir metin oluşturduğu görülmektedir.
Deniz verisinin eklenmesinin ardından, Mardin’e göl, nehir vb. su verilerinin eklenmesi nasıl bir görüntü ortaya çıkarır sorusu da merak edilerek yeni görseller denenmiş ve aşağıdaki gibi görseller ortaya çıkmıştır.
“Mardin tarihi yapıları ilerleyen süreçlerde restore edilirse, bizi çok daha güzel ve korunmuş bir Mardin şehri bekleyebilir. Mardin, çok eski tarihlere dayanan ve tarihi yapıları ve eserleri ile ünlü bir şehirdir. Bu nedenle, tarihi yapıların restore edilmesi durumunda bu şehir çok daha güzel bir görünüme sahip olabilir ve tarihi doku korunmuş olur. Ayrıca, tarihi yapıların restore edilmesi durumunda Mardin’de turizm sektörü de olumlu etkilenebilir. Özellikle tarihi yapıların restore edilmesi ile ilgili bilgi veren gezilere ve turistik turlara ilgi artabilir. Bu da Mardin ekonomisine olumlu katkı sağlayabilir. Sonuç olarak, Mardin tarihi yapıları ilerleyen süreçlerde restore edilirse, bizi çok daha güzel ve korunmuş bir Mardin şehri bekleyebilir. Bu durum, Mardin turizm sektörünü de olumlu etkileyebilir ve bu şehir ekonomisine olumlu katkı sağlayabilir.” şeklinde bir metin oluşturulduğu gözlemlenmektedir. Metni oluşturulan kavramlara bağlı kalarak, DALL-E adlı yapay zeka uzantısına bu sefer “Mardin kalesinin restore edildikten sonraki hali nasıl olur?” diye sorulduğunda Şekil 31., Şekil 32. ve Şekil 33.’de gösterilen görsellerin oluşması sağlanmıştır. Bu uzantının çalışma prensibi Chat OpenAI adlı yapay zeka uzantısına “DALL-E – OpenAI adlı yapay zeka uzantısı görselleri nasıl oluşturur?” şeklinde sorulduğunda uzantının; “DALL·E 2, OpenAI tarafından geliştirilen ve metinsel açıklamalardan görüntüler üretebilen orijinal DALL·E sinir ağının bir çeşididir. Büyük bir görüntü veri kümesi ve ilişkili metin açıklamaları kullanılarak eğitilir ve bu eğitim verilerini, belirli bir metin açıklamasıyla eşleşen görüntülerin nasıl üretileceğini öğrenmek için kullanır. DALL·E 2, bir görüntü oluşturmak için istenen görüntünün metinsel açıklamasını girdi olarak alır ve onu sinir ağındaki bir dizi katman aracılığıyla işler. Bu katmanlar, metin açıklamasını gizli bir temsile dönüştüren bir kodlayıcı ve bir görüntüyü sentezlemek için bu gizli temsili kullanan bir oluşturucu içerir. Oluşturucu, eğitim veri setindeki görüntülere benzer görüntüleri sentezlemek üzere eğitilmiştir ve farklı gizli temsiller arasında enterpolasyon yaparak çok çeşitli görüntüler üretebilir. DALL·E 2, gerçekçi ve gerçeküstü görüntüler de dahil olmak üzere çok çeşitli görüntüler oluşturabilir ve eğitim veri setinde bulunmayan görüntüleri sentezleyebilir. Görüntüler, ses ve video dahil olmak üzere çok çeşitli medya içeriği oluşturmak için kullanılabilecek güçlü bir makine öğrenimi modelinin bir örneğidir.” şeklinde bir metin ürettiği gözlenmiştir.
Son olarak metin içinde metin üretmemizi sağlayıp edebiyat ve yazın alanına çokça katkı sunma potansiyeli olan bu yapay zekâ uzantısına “İçinde Mardin’in olduğu Alice harikalar diyarından esinlenerek bir masal yaz.” şeklinde bir direktif verildiğinde; “Tabii, sevinirim. Alice Harikalar Diyarında hikayesini Mardin şehrine uyarlayıp bir hikâye yazmaya çalışacağım.” şeklinde bir ön yazı oluşturduğu ve masala şu şekilde başladığı görülmektedir: “Alice, Mardin’de yaşayan bir çocuktu ve çok meraklı bir yapısı vardı. Bir gün, Mardin Kalesi’ne gitti ve burada tuhaf bir yapı gördü. Gördüğü yapının ardından, Mardin Kalesi’nin içinde kendini bir anda harikalar diyarında buldu. Harikalar diyarında, Alice tuhaf yaratıklarla karşılaştı. Bu tuhaf yaratıklardan biri, Mardin Kalesi’nin avlusunda yüzen bir balıktı. İsminin Şahmeran olduğunu söyleyen bu balık, Alice’e yol göstererek onu Mardin Kalesi’nin avlusunda bulunan havuzun altındaki bir mağaraya götürdü. Şahmeran, Alice’e Mardin Kalesi’nin altındaki tarihi eserler hakkında bilgi verdi. Alice, Şahmeran’dan dinlediği bilgilerden sonra, Mardin Kalesi’nin altındaki tarihi eserlerin değerini anlayarak onların korunmasına önem vermeye başladı. Sonunda, Alice harikalar diyarından ayrılarak Mardin Kalesi’ne geri döndü. Ancak, bu olaydan sonra Alice artık Mardin Kalesi’ni aynı gözle görmedi ve tarihi eserlerin korunması için çalışmalar yapmaya başladı. Bu hikâyede, Alice Harikalar Diyarında hikayesi Mardin şehrine uyarlanmıştır. “ Masalı oluşturulan bu kavramlara yine Midjourney adlı yapay zeka uzantısı kullanılarak Şekil 34.’de verilen kapak tasarlatıldı. Bu örnek bizlere yazın ve görselleştirme dünyasının ne yönlere evirilebileceğini göstererek fikir sahibi olunmasını sağlamış oldu
Her mesleğin kendine göre etik değerleri vardır, bunların arasında gazeteciliğin de etik kuralları toplum adına çok büyük önem taşır. Çünkü bazı hassasiyetler göz ardı edilerek bireyin özel hayatına alenen saldırı olabiliyor. Topluma karşı sorumluluk bilinci ile hareket etmesi gereken medyanın etik değerler çerçevesinde işlevini yerine getirmesi gereklidir. Gazeteciler; neyin anlamlı, neyin önemli, neyin değersiz, kısacası neyin haber değeri olduğu konusunda seçim yaparken kendi etik değerlerini baz alır. Seçtikleri haberler konusunda ve etiğinde kendi değer yargılarına başvurmaktadır. Bir gazetecinin haberi asparagas bir biçimde yayınlanmaması için belli başlı değerlere sahip olmalıdır. Her ne kadar etik kavramını tekçil bir yaklaşımla ortaya koymak ve açıklamak olanaklı olmasa da; etik yaklaşım tarzını benimsemek ve hayata geçirmek konusunda izlenecek yolun aynılığı konusunda söz söylemek mümkündür. Bazı konulara açıklık getirmeden önce etik kavramının ne demek olduğuna bir bakalım. Etik sözcüğü, köken olarak Yunanca “karakter” anlamına gelir. Ayrıyeten alışkanlık, gelenek, görenek anlamına da gelir. Etik, insanların bireysel ve toplumsal ilişkilerinin temelini oluşturan kuralları ahlaki yönden araştıran, tutum ve davranışları belirleyen veya sınırlayan var olan ilkeleri araştıran, ahlaki felsefe olarak da tanımlanabilir. Etik kavramı karakter olarak da tanımlanabiliyor. Karakter olarak bilinmesinin sebebi ise kişinin yaptığı ve yapacağı tutum ve davranışlarını sorgulayarak eyleme dönüştürmesinden kaynaklanıyor. Değer ölçülerini sorgulamadan, uygulamadan, aksine üzerinde düşünerek, iyiyi gerçekleştirmek için onları alışkanlığa dönüştüren kişidir. Erdemli olmanın temel tavrı olarak da pekiştirilebilir. Dolayısıyla etik; kabul görmüş davranış, düşünce ve ahlaki prensiplerden bireyin karakterine kadar uzanan geniş bir bütünlükte değerlendirilebilir. Gazetecilik ve etik konusuna biraz değinelim. Gazeteciler insanlar için çalışan meslek üyeleridir. Toplumsal sorumluluk anlayışı ve bilinci ile mesleğini icra eden gazetecinin, her koşulda ve durumda birincil hedefi etik değerlere uygun davranarak topluma faydalı olmasıdır. Çünkü gazeteciler kamuoyuna en yakın meslek grubu olarak görülmektedir.
Peki, nedir bu etik değerler? Özele inecek olursak gazeteciliğin etik değerlerini ele alalım. Mesleğin etik değerlerini ele almadan önce kendi etik değerlerimizi göz önünde bulundurarak hareket etmeliyiz. Bunun yanında, özel yaşamın gizliliği, kişisel bilgilerin güvenliği, kişiye ait olan bir dosyanın veya bir verinin korunması, toplumsal konuların hassasiyetini göz ardı edilmemesi, nefret söylemi, üslubun özensiz kullanılması, içeriğin asıl kaynağının gösterilmemesi, doğruluğu teyit edilmeden yayılması, kişinin yoğun reklama maruz bırakılması, içeriklerin yanıltıcı bir biçimde etiketlenmesi, söylemsel saldırı, görüntülerin ve seslerin kolaylıkla değiştirilmesi ya da bunlar üzerinde oynama yapılması (photoshop yapılmış görüntüler gibi), gittikçe artan mahremiyete saldırı yapılması, kişisel sorunları genelleştirmek, bireyin yeni medya ortamında tüketici olarak konumlandırılması, haberin çarpıtılması, gerçek dışı haber, bilgi eksikliği ve yayılması, kaynakların güvenilir olmayışı ve bunun kontrolünü yapmanın zor oluşu, gazeteciliği etik sorunların bazı kısımlarıdır. Bunun yanında bu etik değerlendirmelerini yaparken gazetecinin ve gazete kuruluşlarının belli başlı bazı ahlaki ve etik değerlere sahip olması gereklidir. Etik değerlerin ana unsuru doğru ve tarafsız olabilmek, insana, gerçeğe ve kişinin şahsiyetine saygı duyarak vicdan olgusunu köreltmemesidir. Buna benzer toplumsal sorunlarında da ortaya çıkabilecek yozlaşma, ihlal edilen etik kurallar gazeteciyi ve gazeteciliği de etkileyebilmektedir. Fakat buradaki temel nokta şudur ki; toplum bilincinin eksikliği etik değerleri gittikçe eksiltiyor ve bunun yanı sıra medyaya yansıması da kaçınılmaz oluyor. Bu sebepten ötürü yalnızca gazetecilik alanında değil, tüm medya alanında etik kurallarının çok ciddi bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Bu ciddiyet toplum ahlakını olumlu yönde etkiler ve uymak zorunda olduğu davranış biçimleri ve kurallarına göre davranışlarını sergiler. Sonuç olarak etik değerlere bağlı kalmak hiç kuşkusuz zordur çünkü birçok yanlışın olduğu yerde doğru olanı bulmak daha zordur. Olması gereken o zorluğu ele alıp bunu pratiğe dökebilmek, yanlış olan normun farkında olmaktır. Bu eylemlerden ötürü bir sürü medya çalışanı ve kişiler eleştiriye maruz kalmaktadır. Bu eleştiriyi benimseyip etik değerlerimize sahip çıkıp hayatımıza ona göre yön verebiliriz.
Ali Lidar: Eskişehir Anadolu Lisesi’nde felsefe öğretmeniyim. Yaklaşık 25 yıldır. 10 yıldır çeşitli platformlarda öykü, şiir ve denemeler yazıyorum. 12 kitabım var. 13.kitabımı hazırlıyorum. Aynı zamanda bir dil müzesi kurduk Küçük Prens dil ve kitap müzesi. Müzenin kuruculuğunu üstlendim. Yani müzecilik, yazarlık ve öğretmenlik üçgeninde hayatını devam ettiren biriyim.
Yağmur Özkan: Üniversitede felsefe okumanızın ve felsefe öğretmeni olmanızın yazarlık kariyerinize olumlu/ olumsuz etkileri nelerdir?
Ali Lidar: Lisansım sosyolojiydi. Felsefe öğretmeni olarak atandım. Elbette ki yazarlığım üzerinde etkisi olmuştur. Çünkü kitaplarla çok iç içe felsefe ve sosyoloji gibi branşlar ama doğrudan eserlerimde felsefe yapmaya çalışmıyorum fakat muhakkak yazdıklarımı etkiliyordur.
Yağmur Özkan: İlk dönemlerinizde bloglarda ve dergilerde yazdığınızı görüyoruz. Sizi kitap yazmaya yönlendiren süreçten biraz bahsedebilir misiniz?
Ali Lidar: Uzunca bir süre 2009 yılında açtığım blogda yazdım sonra bloğu takip eden arkadaşların çıkardığı dergide yazmaya başladım ve bu süreçte geniş kitlelere ulaştım. Ardından blogda bağımsız yazılar olarak hazırladığım “Tesirsiz Parçalar” kitap haline geldi ve 2014’te ilk kitabım bu şekilde çıktı. Daha sonra da yazdığım şiirlerin toplandığı “Alengirli Şiirler” kitabı 2.kitabım olarak çıktı. Devamında da diğer kitaplarım yayımlanmaya devam etti.
Yağmur Özkan: Yazılarınızda ve şiirlerinizde bir melankoli olduğunu görüyoruz. Hitap ettiğiniz kitleye göre mi böyle yazıyorsunuz yoksa hep böyle miydiniz?
Ali Lidar: Yok, hayır. Yazarken belli bir kitleyi düşünerek yazmıyorum. Bir şey düşünerek de yazmıyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum. Dolayısıyla içinde her ne varsa bana dair şeylerdir. Bu melankoli midir bilemiyorum belki dışardan bakmak lazım ben içerden olduğum için adını koymam zor ama melankoliye de itirazım yok, olabilir fakat bu kayıtlı yaptığım bir şey değil. Öyle yazmak istediğim için, hikayelerim beni ona sevk ettiği için ya da şiirlerim belki böyle bir duygu hakimdir ama bunun planlı olmadığını söyleyebilirim.
Yağmur Özkan: Kitaplarınızı çıraklık, kalfalık ve ustalık eserleri olarak kategorize edecek olsanız bu sıralama nasıl olurdu?
Ali Lidar: Böyle bir kategorizasyon yapmam zor çünkü zaten geç sayılabilecek bir yaşta kitap çıkarmaya başladım. İlk kitabım çıktığında 37 yaşındaydım ama şunu söyleyebilirim: öyküler, şiirler, denemeler yazdım fakat bir edebiyat üçlemesi hazırlamıştım “kişisel edebiyat atlası, hayata rağmen edebiyat ve edebiyatın tesirli parçaları” diye üç kitap. Bu üç kitapta okuduğum, sevdiğim 60 yazar üzerine çalıştım, onları anlatmaya çalıştım. Diğer kitaplarıma nazaran bu üç kitaba daha çok emek verdiğimi söyleyebilirim dolayısıyla benim için yerleri farklıdır.
Yağmur Özkan: Hayatta hemen herkesin kırılma noktaları vardır, sizin de var mı bir kırılma noktanız?
Ali Lidar: Mutlaka kırılma noktaları vardır. Lise bitti ailemin yanından ayrıldım bir kırılma noktası, üniversite bitti öğretmenliğe başladım bir kırılma noktası, ilişkilerimiz oluyor başlıyor bitiyor her biri bir kırılma noktası. Hayat çok kırılma noktalarıyla dolu zaten benim de mutlaka inişli çıkışlı dönemlerim, kırılma noktalarım oldu ama şöyle bir şey oldu ben de yazmaya başladım diyemem.
Yağmur Özkan: Yazarken kendi tecrübelerinizden mi besleniyorsunuz yoksa daha çok gözlemden mi yola çıkıyorsunuz?
Ali Lidar: Karışık diyebilirim. Elbette kendi tecrübelerimden de istifade ediyorum. Gözlemler de önemli. Ekseriyetle hayatın içinden küçük hikayeler yazıyorum dolayısıyla öyle büyük kurgulara çok girişmedim öyle olunca zaten yazdığınız şeyler ya belleğinizden çağırdığınız bazı tanıklıklarınız oluyor ya da gözlemleriniz. Ben de fena gözlemleyen biri sayılmam. Etrafımda olup bitenleri anlamaya çalışırım. Yazarken de bundan beslendiğimi söyleyebilirim tabiki.
Yağmur Özkan: “Nerde duysam içim sızlar” dediğiniz bir söz bir türkü ya da kelime var mı, duyduğunuzda yüzünüzü gülümseten ya da ?
Ali Lidar: Öyle bir türkü yok ama Cahit Zarifoğlu’nun herhangi bir dizisini gördüğümde muhakkak duygu durumum bundan etkilenir. Bazen hüzne bazen tebessüme yol açabilir. Zarifoğlu’nun neredeyse tüm dizileri bende bahsettiğiniz türden bir etki yaratıyor diyebilirim.
Yağmur Özkan: Okurlarımıza tavsiye amaçlı en son okuduğunuz kitap hangisiydi ve ne üzerineydi?
Ali Lidar: Okuduğum son kitap Gökhan Yavuz Demir hocamızın “Ekmek Parası” yazıları kitabıydı. Çeşitli platformlarda yayınlanmış edebiyat, sosyoloji, sanat ve diğer serbest türde yazılarını toplayıp bir araya getirdiği bir kitap. Çok keyifle okudum, çok istifade ettim. Okurlarınıza da tavsiye ederim.
Yağmur Özkan: Yazarlığa yeni adım atacak gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Ali Lidar: Bir kere yazarlığı, yazmayı daha doğrusu ciddiye almalarını tavsiye ederim. Sonra bol bol kitap okumaları gerek. Klişe olacak ama okumadan yazmaları hakikaten çok zor ve bir yerden sonra tükenmeye, tıkanmaya mahkum. Bu yüzden üşenmeden her fırsatta yazmalarını bu illa yayınlanmak maksadıyla olmayabilir hatta günlük bile olabilir kendi kendine yazıp sonra imha bile edilebilir ama disiplinden kopmama açısından düzenli olarak yazmalarını ve bol bol kitap okumalarını tavsiye edebilirim.
Panik Dergi’nin kitap kurdu okuyucuları için yepyeni bir sayfa hazırladık.
Her ay farklı yazarların kıymetli eserlerinden alıntıların yer alacağı “Altı Çizili Satırlar” sayfamızda bu ay Sosyolog , Filozof Zygmunt Bauman’ın Yaşam Sanatı kitabı ve yine Sosyolog olan Gustave Le Bon’un Kitleler Psikolojisi kitaplarına yer verdik. Altı çizili satırlarda buluşmak dileğiyle.
İyi okumalar dileriz.
Yaşam Sanatı
“Sunulan her şey, onu sunanın öyle ya da böyle bir özveride bulunmasını gerektirir ve mutluluğu arttıran kısım da, bu özverinin bilincinde olunmasıdır.”
“İnsanın kişiliğine en çok zarar veren şey bir gösteri izleyerek zaman geçirmektir. Çünkü o anlarda, eğlence aracılığıyla ahlaksızlık büyük bir kolaylıkla gelip içimize yerleşir.”
“Eldeki bir şeyin nicelik olarak artışı hiçbir şekilde başka nitelikteki ve değerdeki şeyin yokluğunu tam anlamıyla telafi etmez.”
“Yalıtılmış bir varlık değilsin
Unutma ki kozmosun biricik, yeri doldurulamaz bir parçasısın,
Sen insanlık bulmacasının köklü bir parçasısın”
Kitleler Psikolojisi
“Mücerret nazariyelerden sadır olan kaideler onları idareye kifayet etmez”
“Bir ırkın bütün fertleri birbirlerine benzerler. Bunun nedeni ırkın ruhunu oluşturan bilinçaltı unsurlarıdır. Bir ırkın fertlerini birbirinden ayıran şey, terbiyenin ve az rastlanır genetik özelliklerin eseri olan bilinçli amillerdir.”
“Kolektif şuur içerisinde fertlerin akli kabiliyetleri silikleşir.”
“Eğer kitleler akıl ve muhakeme ile hareket etseydiler ve yalnız kendi menfaatlerini düşünseydiler, yeryüzünde hiçbir medeniyet gelişemez ve insanlığın tarihi olamazdı.”
“Çünkü vicdan her insanın içinde Allah’ın bir ajanıdır” -Said Yavuz
BÜRÜNMEK “Ete bürünen bir gül müdür sevgili” -İbrahim Tenekeci
SIZI
“bakıyorum. Ruhumuz dar bir şeridin içinden sızılarla geçiyor.” -Cahit Zarifoğlu
SÂYE
“Nurunuz karanlık geceme ışık oluyor ve ben sayenizde artık karanlıktan korkmuyorum. “Saye“ kelimesi ‘yardım’ anlamının dışında ‘gölge’ anlamına da geliyormuş. Öyleyse bir önceki cümleyi şu şekilde de tefsir edebiliriz: “Sizin gölgenizde artık karanlıktan korkmuyorum.” Yani bu yüce Nurun gölgesi bile karanlığımı öldürmeye yetiyorsa, kim bilir gerçeği neler yapar bana?..”
-Muhammet Enes Güneş
KESİK “Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı Günlere geldim bunu bana öğretmediniz … İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler Bunu bana öğretmediniz” -Sezai Karakoç
BURJUVAZİ kahrolsun, şiir tüketicileri şiirlerimizi deodorant tüpleri gibi ağızlarına, ciğerlerine sıkan, ama okumayan takma kafalı burjuvazi! -Cahit Koytak
ŞEHRAZAT “Sen öyle ki sen diye diye seni anlıyamayız Şehrazat ah Şehrazat Şehrazat Sen sevgili sen can sen yarsın” -Sezai Karakoç
BAĞIŞ
Sana zorsa yanmaya razıyım Kolaysa affı esirgeme
Hayat boş geçti Geri kalan korkulu Her adımım dolu olsa İşe yaramaz katında Biliyorum Bağışlanmamı diliyorum -Cahit Zarifoğlu
NAR Dürtme içimdeki narı Üstümde beyaz gömlek var -Birhan Keskin
HALK Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi -Edip Cansever
Sevmenin değeri, sevginin gücüyle değişerek daha merhametli, daha düşünceli ve daha iyi insan olmakla anlaşılmaya başlar. Sevmek bir insanın bir insanı sevmesiyle veya bir nesneye karşı duyulan hoş hislerle açıklanacak kadar basit değildir. Sevgi dediğimiz kavram eğer bizi daha iyi biri yapmıyorsa, sadece sevdiğimiz kişi veya objeye karşı değil dünyadaki bütün varlıklara karşı daha fazla iyi duygu beslememize sebep olmuyorsa, biz sevdiğimizi sandığımız şeyi gerçekten de sevmiyoruz ya da sevmeyi yanlış algılıyoruz demektir. Çünkü sevmek eylemini her şeyden soyutlayıp tek bir noktaya odaklamak sevmekten çok fanatizme benzer. Fanatizm hastalıklı bir ruh hali olduğundan kişinin kendisine de zarar verir. Oysa sevgi hem besleyeni hem de besleneni iyileştirmelidir. Örneğin; çocukların bir menekşeye, bir kuşa veya bir uğurböceğine duyduğu o saf sevgi, merhameti de barındırır. Eğer başka biri tarafından zararlı olduğu telkin edilmezse biri böcek biri çiçek diye ayırt etmez, hepsine sevgi duyarlar. Hasılı merhamet edebildiğimiz kadar sevebiliriz ve bunu ayrım gözetmeksizin yapabilirsek ona gerçekten sevgi diyebiliriz. Nasıl ki sevgi sevmeye başladığımız noktadan tomurcuklanıp baktığımız her yere yayılıyorsa, nefret de benzer mantıkla çalışır. İnsanın nefretle baktığı durumlar ve olaylar arttıkça nefret edebileceği kişiler de artar, bunun nihayetinde bakışında bir nefret gözlüğü oluşabilir. Halbuki insan mümkün mertebe sevgi gözlüğüyle bakmalı. Hem ne diyor şair; “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin.” Sevginin dönüştürücü gücü nefreti dahi yenebilecek güçtedir. İnsan herhangi bir şeye karşı kötü hisler beslemeye başladığı zaman hissettiği iyi ve kötü hisler kendi aralarında bir muharebeye başlar. Dolayısıyla içimizdeki nefret büyüdükçe sevgiye karşı güçlenir ve eskisi kadar iyi hisler besleyemeyiz. İnsan tabi ki saf iyi duygulardan ibaret bir varlık değil fakat içimizdeki bu savaşta bilinçli olarak hep sevgiden yana olursak bir gün nefretin galip gelme ihtimali kalmaz. İşin özü insan iyiyi de kötüyü de kendi içinde barındırır. İçindeki kötülüğün derinliğini bilen ve bununla savaşabilen insan iyi insandır.
Ruh ve beden sağlığından bahsediyoruz? Bedensel hastalıkları belirli teknik ve yöntemlerle atlatıp sağlıklı kalabiliriz. Peki ya ruh sağlığımız ve ruh halimizin bireysel ve toplumsal yansımalarını nasıl göz ardı edebiliriz?
İşsizlik üreten, yoksulluk ve açlık sınırının altında tutarken parayı ve menfi çıkarları her zaman ön planda tutan birey ve toplum olarak hassasiyetleri her zaman yok sayar ve tavırsal olarak da hayatımızın her alanına iliştiririz. Ayrıca güvenin yok olduğu, toplumsal yaşamın güvensizlik, öfke, duygu ve anlam karmaşası ürettiği, geleceği kurma güvencesi veremeyip yalnızca geçmişe öykünen toplumlar ve insanlar hastadır. Peki, neden bu toplum?
Toplumsal hassasiyetlerin göz önünde bulundurmadan yapılan eylemler, eğitimine güvenmeyen, kadını ve çalışanları kullanılıp atılacak bir eşya gibi gören, insanların kendilerine ve başkalarına yabancılaştığı, yalnızlaştığı ve bencilliğin sıradan bir kişilik özelliği olarak kabul gördüğü, dayanışma duygusunun kaybolduğu toplumlar en hasta toplumlardır. Yeniliğe açık olmayan kendi gelenek ve göreneklerini kalıplaştıran toplumlar da bilinçten uzak toplumlardır. İzahı olmayan şeylerin mizahı olur diyorlar ya bize sadece üzülmeyi, ağlamayı enjekte eden bir toplum içerisinde yaşama sevinci çok arka planda kalır. Gülmeyi edeple bağdaştıran bir toplumun içerinde yaşamak kişinin kendini çoğu zaman suçlamasına sebep oluyor. Bu durum içten içe kişinin kendi içinde biriktirdiği olumsuz zihniyeti ve fikirleri bulaştırır, kendi içimizde eylemlerimizin ayıp görüleceğini düşündüğümüz için duygu durumumuzu sürekli erteleyerek ya da yok sayarak kendi içimizde bir hapishane hayatı yaşıyoruz. Bu da bizi bastırılmış duyguların esiri haline getiriyor. Bizi hasta eden bireysel ve toplumsal ilişkileri değiştirmeden ve düzeltmeye çalışmadan ruh sağlığımıza tamamen kavuşamayız. Hasta toplumun bize “bulaştırdığı” düşünce, duygu ve davranışlarımızı yönlendiren alışkanlıklarımızın farkında olursak bu hastalık bize tam bulaşmadan bilinçli bir şekilde atlatmak mümkün olabilir, aksi halde bu yaşamımızı olumsuz şekilde etkiler ve bizi, duygularımızı hırpalamaya çok müsait bir hale gelir. Hastalığı çok hırpalanmadan sürdürmek mümkündür. Başkalarının hayatına kıyasla bizim karakterimizi ve tavırlarımızı değerlendiren bir topluma uyum sağlamak mümkün değildir. Fakat topluma ayak uydurmak örf ve adetleri baz alarak yaşamak bizi bilinçsizleştirmediği, biçimsizleştirmediği sürece mümkün olabilir o yüzden farkında olmak önemli ancak yeterli değildir. Asıl önem taşıyan yaşamımızda bunları pratiğe dökebilmektir.