Öncelikle belirtmek gerekir ki bu filmde yaşanan tüm olaylar gerçek bir hayatın beyaz perdeye yansımasıdır. Kısacık yaşamında ruhani bir yolculuğa çıkan Chris McCandless’in gözünden dünyayı tekrardan gezeceğiz.
Filmin konusuna kısaca değinmek istiyorum.
“Into the Wild, bir metropolden vahşi hayata, kirlilikten saflığa ve temizliğe dönüş hikâyesidir. Önemli bir üniversiteden dereceyle mezun olan Christopher aynı zamanda başarılı bir atlettir de. Mezuniyet sonrası verilen bir davette ailesine istediği hayatın bu olmadığını, bir şeylerin eksik ve yanlış olduğunu söyler. Genç adam tüm mal varlığını hayır kurumuna bağışlayıp sahip olduğu her şeyi evinde bırakarak bambaşka bir hayata doğru uzun bir yolculuğa çıkar. Alaska’nın ıssız ormanlarında sona eren bu yolculuk esnasında ve sonrasında Christopher, hayatını kökünden değiştirecek bazı kişilerle tanışarak, hayatın anlamını ve ölümün kaçınılmazlığını en sert haliyle deneyimleyecektir.”
Hikâyemizin biraz gerisine dönmek gerekiyor. 6 Eylül 1992 yılında bir grup maceracı Denali Milli Parkı’nın orada terkedilmiş eski bir otobüs bulurlar. İçine girdikleri anda bir uyku tulumu içinde cesetle karşılaşırlar. Evet bu ceset McCandless’a aittir. Ölmeden önce bu bilgi notunu da geride bırakmıştır. “Yardımınıza ihtiyacım var. Yaralıyım, ölmeye yakınım, buradan çıkıp yürümeye gücüm yok. Tek başımayım, şaka yapmıyorum. Tanrı aşkına beni kurtarmak için kalın burada. Böğürtlen toplamak için gittim, akşama geleceğim. Teşekkür ederim, Chris. Ağustos?”
Bu satırları yazdıktan sonra büyük ihtimal girdiği Hipotermi yüzünden yavaş bir ölüm ile aramızdan ayrıldı. Ayrılmadan önce günlüğüne şu son satırları düşmüştü “Mutlu bir hayatım oldu, Tanrı’ya teşekkür ediyorum. Hoşça kalın, Tanrı hepinizi korusun.” Kendi deyimi ile mutlu bir hayat yaşan Chris 24 yaşında mutlu bir şekilde yalnız kalarak ölmüştü.
Bir karar alırken ne kadar cesaretli olabiliriz. Yaşamımızı tümünden değiştirecek kurulu düzenini mahvedecek kararlar alırken acaba ne kadar cesurca davranabiliriz. Şehir yaşamının o monoton koşusundan kendimizi acaba nasıl çıkartabiliriz. Kafeste yaşayan bir kuş gibi durduğumuz o toplumdan ne kadar uzağa gidebiliriz. McCandless işte tam olarak ruhani bir yolculuğa çıkmadan önce kendi zihin mahkemesini kuruyor. Radikal bir karar ile hayatının tümünü kökten değiştirecek bir yolculuğa çıkıyor. Ailesi, arkadaşları, okul çevresinde mutlu olmayan olamayan ruhani bir açlık çeken McCandless yolculuğu bir arayış olarak fikir edinmişti aslında.
Bu yolculuğu merak eden ve araştırmaya çıkan Jon Krakauer, farklı bir hikâye ile karşılaşıyor. Bunu kitap haline getiren Krakauer, bu denli bir ses getireceğini düşünmemişti daha önce. Ama yarattığı hikâye şehir hayatının o içinde hapsolmuş bireylerin ilgisini çekmeyi başardı. McCandless’in başlattığı bir nevi hac yolculuğu herkesin ilgisini çekecek olacak ki bazı insanlar bu yola tekrardan çıkmaya karar veriyor. Hatta onun yolunu izleyerek otobüsün olduğu noktaya vahşi yaşam yolundan geçmeye çalışıyorlar. Bu tehlikeli ve bir o kadar da ölümcül bir yolculuk. Bunu deneyen bazı insanların nehirlerde boğulduğu Amerikan Devleti tarafından açıklanmıştır. Chris McCandless’ın bu ikonik otobüsü, helikopterler aracılığıyla yerinden taşındı ve insanların bu vahşi doğada ölmeleri engellendi.
Modern dünyanın tüm materyalist değerlerini reddeden McCandless çıktığı bu yolculuğu fazla romantik olarak ta algılayanlar bile olmuş. Romantize edilen bu hayat kimisi için vahşi doğada insanın hayatta kalamayacağı ve sonunun ölüm olacağı yorumu getirilmiştir. Varoluşçu felsefeyi de yakından ilgilendiren bu hikâye aslında insanın bu dünyada ki amacını bir kez daha derinden sorgulamaya sevk etmiştir bizleri.
Şehir hayatında para ve gücün insanı nasıl zehirlediğini gören McCandless Öz farkındalığını keşfediyor bir nevi. Doğada hayatta kalmak için bu gücü kendi benliğinde bulabileceğine inanıyor ve bu yolculuğa çıkıyor. Bir nevi doğada hayatta kalabilecek gücü kendinde görebiliyor. Ve bu farkındalık ile hayatını kökten değiştirecek kararı veriyor. McCandless kendini tamamlayabilme özelliğine sahip bir karakter. Doğada her ne kadar tek başına kalsa bile, eğlenecek ve kendisi ile sohbet edebilecek mental durumu yaşatabiliyor. Bu da karakterimizin bireyselci davranışlarına bir örnek teşkil edebilir.
Çıktığı yolda yalnız kalmayı hedefleyen Mccandless maalesef ki popüler kültürün bir parçası haline gelip herkes tarafından tanınır bir isim oldu. Çıkış noktasında insanlardan kaçmak olan kahramanımız tekrardan topluma entegre bir biçimde karşımıza çıkarıldı. Her ne kadar toplumdan kendimizi izole etmeye çalışsak da bir şekilde kendimizi bu tiyatronun içinde buluyoruz.
Oyunculuk konusuna gelecek olursak Emile Hirsch çok güzel bir oyunculuk çıkarmış. Filmi tek başına taşımasına rağmen filmi sıkıcı olmaktan çıkarıyor. Ara ara ailesinden arkadaşlarından kesitleri de görüyoruz. Yönetmen koltuğunda oturan Sean Penn ise harika bir iş çıkarmış. Karakterin yaşantısından oldukça etkilendiği söylenen yönetmen duygularını filmin içine aktarmış. Yönetmen bir şekilde karakterimizi aziz gibi gösteriyor. Örneğin nehirde kayarken çarmıha gerilmiş vaziyette bile ikonik bir sahne gerçekleştirilmiş.
İnsanın içinde ki boşluğu ve ruhu paramparça olmuş birinin hikâyesine bakıyorsunuz filmde. Kendini arayan, ruhunu tekrardan ayağa kaldırmak isteyen bir gencin ölüm yolculuğuna şahit oluyorsunuz. Film Eleştirimi McCandless’in sözleri ile bitirmek istiyorum. “Mutlu bir hayatım oldu, Tanrı’ya teşekkür ediyorum. Hoşça kalın, Tanrı hepinizi korusun.”