Hazırlıksız yakalandım, insan hiç rüyasında kalp atışlarını duyar mı? Derin bir sessizlik içinde saatin tik tak sesini duyar gibi duyuyorum işte.
Şimdi sonsuz, beyaz bir boşluktayım daha öteye gidebilecek miyim bilmiyorum. Sancılı düşünceler sırtımı sıvazlar gibi yapıp iteliyor beni en sonsuza. Uykumun en tatlı yerinde acı bir his var içimde, bir de baktım ki tam şuracıkta alnından öpülesi bir çocuk. Hayra yormak istedim rüyayı, her şey gibi.
Nergis çiçekleriyle bezenmiş bir yolda yürümeye başlarken nergisin mitolojik hikâyesini anımsadım. “Kendi ölümüne yol açacak kadar güzel olmanın sembolü” bir güzelliğin ölüme sebebiyet vermesi… Eyvah dedim, şimdi nergis de şahit olacak her şeye. Bu sefer bir ölüme değil daha güzelini sevmeye sebebiyet verecek. Hayra yormak istedim nergisi de.
Bilinmezliğin içinde debelenirken birkaç nergis toplamayı da ihmal etmedim. Bir elimde nergisler diğer elimde alnından öpülesi çocuk. Yürüyoruz. Müthiş nergis kokusunu içime çekerken gözlerimi kapatmışım, bir taşa takılmış olacağım ki yerde buldum kendimi. Hay aksi! Bir düşme anı insana geçmişini hatırlatır mı bilemedim. Sahi geçmişe hasret duymak hayatı yarım bırakır mı? Bunu düşünüp dururken bir de alnından öpülesi çocuğun gözlerine düşüvermişim. Ve Yunus Emre’nin dizelerini mırıldandım hiç aklımda yokken. “Hak bir gönül verdi bana, Ha demeden hayrân olur, bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryân olur.”
Demem o ki her dem biraz hasretlik içerir aslında. Hayra yormak istedim geçmişi de hasretliği de.
Her şey biraz yarım kalır da rüyam yarım kalmamalı diyerek koyuldum yola. Günün hangi saatindeyiz bilmiyorum, insanlarla göz göze gelecek miyim? Derken bir ağaçla göz göze geldik yol üstü. Alnından öpülesi çocuk elimi sıkmasa çarpıverecektim ağaca. Meşe ağacı olmalı. Yeşilin her tonunu barındırıyor, güneşin vurduğu yerler daha açık duruyor. Ağacı gördüğümden mi yoksa meşe olduğundan mı? Fikrim yok. Yüzümde bir tebessüm. İncecikten rüzgâr esiyor yüzüme.
Gök mavi, yol daha uzak, hangi geçmişin, geleceğin izindeyim, bilmem gülsem mi şu tepeye karşı? Daha kaç güzellik karşılayacak bizi yolda? Affeder mi bizi bu dem? Hayra yormak istedim meşeyi de.
Öyle bir rüya ki yorulmuşum. Vazgeçtim yürümekten, epey heybetli görünen ağacın gövdesine sırtımı dayadım. Dayadım dediysem korktum aslında. Sonra ağaca güvenebileceğim geldi aklıma hatta dallarına bile çıkabilirdim. Üstüm başım buram buram nergis kokarken avucumda duran nergislere baktım.
-Umarım uyandığımda hâlâ avucumda olursunuz bir rüya kırıklığı yaşamak istemem.
Büyük ak bulutlar, çat kapı geldi yağmur sizden bana. Bin şükür. Rüyaya mühürlenmek istedim biliyorum beni bekleyen bir yer var ama bu zamansız zaman diliminde yağmurun altında ıslanmak istedim. Çünkü gamzeli de sever yağmuru, alnından öpülesi çocuk da, nergis de… Bir bebek sesi geldi arkadan, ben ömrümde görmedim böyle bir rüya. Adımlarımı heyecanla atarak sese doğru gittim. Annenin kucağında duran bebeğin küçük sevimli suratına bakakaldım. Gözlerinden mavilik, yüzünden güzellik akıyor yağmur gibi. Bir bebek doğmuş, uzattım anneye bir dal nergisi, o da bir çiçek yetiştirecekti. Hayrolsun diyerek yürümeye devam ettim.
Öyle bir rüya ki aklım bulanmış. Yetişmeye çalıştığım yer neresiydi bilmiyorum fakat içimdeki geç kalma korkusu da neydi öyle? Koşarcasına gidiyorum hayal meyal görüyorum yolun ortasında bir toprak yığını, iki metrecik bir şey. Yaklaştıkça uzaklaşmak istedim. Toprak yığınının başına bir de tahta parçası koyuvermişler. Kitlenip kaldım oracıkta. Meğer ben ölmeyi unutmuşum, ağlamak geçti içimden kalbim sığmadı rüyama. Ölecektik. Burnumun direği sızladı toprağa bakarken, bir hayat sığmazken kalplere, bir beden sığıyormuş iki metrelik bir alana. Yine hiç aklımda yokken Yunus Emre’nin dizesini mırıldandım “ korkadurın ölümden, cümle doğan ölmüşdür.”
Şimdi bir nergis bırakıyorum toprağın üstüne. Doğuma da ölüme de şahitlik etsin diye. Dedim ya hayra yormak istedi rüyayı da.