“Haydi kalkın, gidiyorsunuz.”
Bir yerden başka bir yere gitmek, göçün en kısa tanımı. İnsan bir yerden bir yere giderken ne kaybeder, en fazla ne bırakır ki geride? “Çok şeyi!”deyip bırakmak isterdik bu yazıyı. Ancak göç üzerine Bulgaristan Türkleri üzerine söylenecek çok şey var. 112 yıllık göç.
Ayağı sınır yollarına takıla takıla terk etmek ülkesini. Terk etmek zorunda kalmak…
“Rahime” bir sabah uyanınca “Rosa” oldu. Rahime hiç Bulgarca bilmiyordu. Türkçe anlatıyordu ağrısını, sızısını sevincini… Gözyaşı Türkçe akıyordu Rahime’nin. Üzerine giydiği çiçekli şalvarı ile memlekete dönüşüyordu. Kıblesi Kabe’ydi. Ramazan Bayramı’nda, Kurban Bayramı’nda komşusuna ziyaretleri imandan sayıyordu. Bir sabah askeri araçlar köy meydanına geldi. Köy kahvesine toplandı bütün ahali. Rahime’ye “gel” dedi, oturan beş kişiden kadın olanı. Buradan isim seç dedi, önünde duran kalın kitabı göstererek. Rahime benim bir adım var zaten dedi, kahvenin her tarafından görünür şekilde duran askerlerin elindeki silahlara bakarak. Yok bundan sonra Rahime dedi, Rosa senin adın! Rahime artık Rosa’ydı. Ölmüş annesinin adı da değişmişti, mahcup bakışlarını yere diken babasının da.
1878 yılında Bulgaristan toprakları Osmanlı’nın elinden çıkarken o topraklar üzerinde çok sayıda Türk kalmıştı, ki bazı yerlerde Türk nüfusu Bulgar nüfusundan fazlaydı. Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında yaşayan Bulgaristan Türkleri yeni devletleri, Bulgaristan Devleti ile huzur ile yaşamaya devam etmeyi dilediler, kendi vatanlarında. Ancak Bulgarlar, 500 yıllık Osmanlı hakimiyeti altında beraber yaşadıkları Türklerle artık beraber yaşamak istemiyorlardı. 1989 yılına kadar sürecek olan ötekileştirme ile Türkler vatanlarından göç etmek zorunda bırakılmışlardır. 1878 yılında küçük dalgalarla başlayan göçler, yapılan anlaşmayla 1950-1951 yılında 154.393 kişi, 1968-1978 Yakın Akraba Göçü ile 130.000 kişi ile sistemli şekilde gerçekleştirilmiştir. 1950-51 göçü sırasında aileler parçalanmış, kimisi Türkiye’ye göç ederken kimisi Bulgaristan’da zorunlu olarak bırakılmıştır. Parçalanan aile üyeleri birbirlerinden yıllarca uzak kalmış iken Türkiye’nin baskısıyla imzalanan Yakın Akraba Göçü anlaşması ile tekrardan birleştirilmeye çalışılmıştır, vatanları dışında. Ancak kabus henüz yeni başlıyordu. Todor Jivkov liderliğindeki komünist Bulgar rejiminin “Yeniden doğuş süreci” olarak adlandırdığı etnik temizlik kampanyası ve isim değiştirme ile başlayan asimilasyon politikasında, ibadet etmek, Türkçe konuşmak hatta Türk olmak bile yasaklanmıştı. Asimilasyona direnenler ise Tuna nehri kenarında II. Dünya Savaşı sonrasında rejim muhalifleri için kurulan Belene Adası’ndaki toplama kampına kapatılıyordu. Kampa kapatılan Türkler, Türkçe konuşmak, sünnetli olmak, geleneklerini sürdürmekle suçlanıyordu. Kamp Bulgaristan Türklerine, Türkiye’ye göçmeleri için baskı aracı olarak kullanılıyordu. Göçmek istemeyen veya göçemeyenler insani olmayan şartlar taşıyan kampla karşı karşıya kalıyordu. Resmi verilere göre bin 500’ün üzerinde kişi bu kamplarda sistematik işkence, tecavüz ve psikolojik baskıya tabi tutuldu. 500’den fazla kişi hayatını kaybetti. Kamp 1989’da Todor Jivkov’un iktidardan alınmasıyla faaliyetine son verdi.
1985 yılı sızının başlangıcı değildi ama dayanamayacak kadar artmıştı artık baskılar. Türk ve Müslüman olduğunu unutturmak için her şey yapılıyordu. Türkçe konuşmak, Türkçe düşünmek, Türkçe ağlamak yasaktı artık. Dini bayramları ve bütün dini gelenekleri unutun deniyordu, şalvar giymeyecek eşarp takmayacaksınız! Her an evinin kapısı çalınacak hissiyle yasaklanıyordu bütün her şey. Yolda yürürken kısık sesle Türkçe konuşulduğunda, “Burası Bulgaristan, Bulgarca konuşacaksın!” “Türkler Türkiye’ye” diyordu başka bir ses anında. Bir Türk vefat ettiğinde, takip başlıyordu. İslam usulüne göre gömülemiyordu hiçbir Türk. Sevdiğinde iki insan birbirini, geleneksel usullere göre düğün yapılamıyordu. Türkçe söylenmiyordu hiçbir şarkı.
“Türkçe işitmek yasak, Türkçe bakmak dünyaya
Türkçe sevinmeyeceksin, Türkçe gülmeyeceksin
Alnından akan teri Türkçe silmeyeceksin
Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını
Türkçe ayırmak yasak solunu ve sağını
Sofrada ekmeğini Türkçe dilmeyeceksin.
Türkçe yaşamayacak, Türkçe ölmeyeceksin”
Ömer Osman Erendoruk
1989 yılında Türkiye, binlerce soydaşına kapılarını açtığında Türklerin artık dayanacak gücü kalmamıştı. Evlerini, eşyalarını geride bırakıp vatanlarını terk ederken çektikleri acı, mezar taşlarındaki isimleri kazınırken ki acının üzerine eklenmişti. Gitmeliydiler artık, Valentina olarak eve girerken, acıyı Vildan olarak hissetti. Yanına çok fazla eşya almadan alelacele toplanırken, son günlerini nasılda korkuyla geçirdiğini hatırladı. Tanıdığı birkaç kişi 24 saat içinde terk etmek zorunda kalmıştı. Neyse ki bir hafta mühlet vermişlerdi. Yanlarına çok fazla eşya almadan 70 dolarla terk edecek olmak, soğuk bir trenle. Dört aile aynı vagonda giderken, kimse hiçbir şey hissetmiyordu. Bir yerleri kesilse kan akmayacaktı. Bazı aileler daha fazla para almıştı yanına, yarı korkuyla, “arama varmış ilerdeki istasyonlarda”dedi bir ses. O zaman vagonlardan atıldı 70 dolar dışındaki bütün paralar. Sadece Türkçe bilen çocuklar tembihlendi. “Arama olursa konuşmayın!” Korkuyla geçen yılların döktürdüğü göz yaşıyla öptüler Türkiye topraklarını çoğu kişi.
Haziran 1989- Temmuz1990 döneminde Türkiye’ye giriş yapan göçmen sayısı 350 bini buldu.