Bilim insanları, insanı diğer canlılardan ayıran en temel şey akıldır derken mesuliyeti unutmuş olamazlardı zannedersem. Çünkü; akıl sahibi her insan idrak eder ve idrak ettiği her şeyden mesul olur. Her şeyden mesul olmak ve bu mesuliyeti üstlenmek, insana ağır geliyor olacak ki insanlığın doğuşundan şimdiye kadar insanoğlu bu mesuliyeti başkasına atmanın yollarını hep aradı. Hatta öyle aradı ki mesuliyetini unutmakla kalmadı. Mesuliyetini başkasına atarak kurtulmanın, suçlamanın kaidelerini yazdı adeta.
İlk suçlamanın kim tarafından, ne zaman ve nerede yapıldığı bilinmese de çağdan çağa değişerek koşan insanın, nedense bir tek suçlama mantığı hiç değişmedi. Ona göre sırtında taşıdığı herhangi bir yükü başka birinin sırtına yıkmak mümkün ise, günah ve ızdırabını, en çok da üzerine yapışıp kalan mesuliyetini başka birinin sırtına yıkmak da pek ala mümkündü. Suçlu o olmasın da kim olsun fark etmezdi. Hedef bazen bir nesneydi bazen bir hayvan ama en çok kıydığı da yine kendinden olan insandı.
Geçmiş yüzyıllarda yaşanmış iki suçlama hikâyesiyle mevzuyu açıklamaya çalışalım isterseniz.
İskoçya’nın batı kıyılarının açıklarında yer alan St. Kilda Adası’nda bir gün büyük bir fırtına olur ve tekneleriyle denize açılan balıkçıların boğulmasına sebep olur. Adalılar, birkaç gün sonra balıkçıların kıyıya vuran ölü bedenlerini görürler. Ölü bedenler arasında halen canlı olan ıslak başka bir sureti fark ederler. Bu suret, daha önce adada görülmeyen ve nesli tükenmekte olan bir Auk Kuşuna aittir. Adalılar, bu kuşu yakalayıp küçük kiliselerine götürür. Büyük fırtınayı getiren uğursuzluğun bu kuş olduğuna karar verilir. Cadı olmakla suçlanan kuş mahkemeye çıkartılır ve taşlanarak öldürülme cezasına çarptırılır.
1591 yılında Rusya’nın Uglich şehrinde bir gün genç bir prensin cesedi bulunur. Ölüm haberi çan çalınarak halka duyurulur. Prensin ölüm sebebi araştırılsa da bir türlü bulunamaz. Ortada ceza verilecek kimse bulunamayınca da şehrin çanı kuleden indirilir. Kent sakinleri önünde kırbaçlanır ve üzerine “Uglich’ten sürgün edilen kalpsiz şey” yazan bir evrakla sürgüne gönderilir.
Bir “La fontaine” hikâyesi okuduğunuzu düşünmüş olabilirsiniz. Kuş mahkemelerinde yargılanırken ağlayan kuşlar, kırbaçlanırken “yapma abi valla haberim yok prensten” diyen çanlar bile hayal etmiş olabilirsiniz hatta. Ama öyle değil maalesef. Tarihin sayfalarında yer edinmiş trajikomik iki hikâyeydi okuduklarınız. Adı gibi olması muhtemel bir “doğal afet”in insan ölümüne sebebiyetinin suçunu, bir kuşa yüklemek nedendi? Faili aramaktan aciz bir devlet yönetimi, sorumsuzluğunu neden bir çana yüklerdi? Bu sorulara kimse cevap aramadı ya da arayan da yine bir mesuliyetten, bilmenin mesuliyetinden kaçtı.
Hayvan ve nesneleri suçlamak kolaydı da akleden insan nasıl suçlanırdı? Çan, kuş, tavuk, çivi gibi hurafeye kurban gitmişlerin aklı, dili yoktu. Ama insan “Neden Ben ?” diye sorardı bir yerde.
Antropolog yazar James George Frazer, “Günah Keçisi” kitabında eski medeniyetlerin kötülük kovma festivallerinde kurban edilen “insan günah keçileri” ile konuyu çok güzel anlatır. Mesela Yunan kolonilerinden biri olan Marsilya’da ne zaman veba salgını baş gösterse yoksul sınıftan biri kurban olarak seçilirdi. Bir sene boyunca istediği gibi yiyip içmesine izin verilir, giderleri de toplum tarafından karşılanırdı. Yıl bitince kutsal giysiler giydirilip üstüne kutsal dallar takıldıktan sonra, topluluğun bütün günahlarının onun başına yıkılmasını isteyen dualar eşliğinde şehrin sokaklarında dolaştırılırdı. Sonra şehir dışına çıkarılır ve oradakiler tarafından taşlanarak öldürülürdü. Düşünceli ve bir o kadar insaflı (!) halk başta hasta ve yaşlı kurbanlar tercih ederdi. Bir süre sonra kurbanın unvanı ne kadar artarsa kötülük o kadar uzağa gider düşüncesiyle belki de kurbanlarını tanrının temsilcisi olarak görmeye başladı. Tanrının temsilcisi olmak ve bir sene de olsa istediği gibi yaşamak isteyen kurbanlar da ölümü düşünmeden kurban adayı olurdu.
Ayine dönüşen bu cinayetten sonra halk kötülükten kurtulur muydu? İşte o kısmını ne katiller düşünürdü ne de kurban görürdü.
Peki az gelişmiş, ilkel dediğimiz bu topluluklarda bunlar olurken, biz çok gelişmiş baya hızlı gelişirken cebinden düşen kalbini ezmiş insanlar ne mi yaptık?
Geçtiğimiz aylarda, yabancılıkla suçladığımız 9 yaşındaki Suriyeli Vail’i kim bilir yüreğine yüklediğimiz hangi acılarla bir mezarlık kapısına astık.
Yani hiç değişmedik.