Siz değerli kardeşlerime, verdiğiniz mücadele için bir kere daha tebriklerimi sunarım. Allah cehdinizi başarıya ulaştırsın.
- Öncelikle nasılsınız?
Elhamdülillah. İyiyim. Ama her ne kadar 20 yıl önce bırakmış da olsam, uzun yıllar sigara içmiş olmanın zararlarını her kış çekiyorum. Yine böyle bir müziç öksürük döneminden geçiyorum. Başkaca bir sorun yok, şükürler olsun. Kıssadan hisse: Sigarayı bırakın.
- Hakkı Öcal kimdir?
Gazeteci. Nokta. Lisede okulun gazetesini ben kurdum ben çıkarttım 4 yıl! (Birinci sınıfta kaldıydım!!) Sonra SBF’de okumaya başlayınca da hemen bir gazetede iş bulmaya çalıştım. İki yılımı aldı; ama başardım. Epey sonra, bir gazetede yayın sorumlusu iken, yüksek lisans ve doktora çalışmalarımı yaptım; ama akademiyaya intisap etmedim. Türkiye’de de ABD’de de hep gazeteci olarak kaldım ve dışarıdan ders verdim. Bilgisayar devrimi sırasında programcılıkla ilgili çalışmalarım oldu; bu konuda kitaplar ve yazılar yazdım ama ilgim hep gazetecilik çevresinde idi. Nitekim, Web’de site oluşturma, blog kurma, fotoğraf albümü sunma, fotoğraf ve video editörlüğü ve tabii şimdi sosyal medya becerileri elde etme başlıca ilgi alanlarım oldu. Uzunca bir süre yurtdışında çalıştım; ülkeye döndükten sonra Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde dersler verdim. Şimdi de İbn Haldun Üniversitesi’nde aynı çabayı sürdürüyorum.
- Her medya kuruluşunun bir ideolojisi var mıdır ve haberlerini de bu ideoloji çerçevesinde mi halka sunarlar? Siz de birçok medya kuruluşunda gazeteci olarak çalıştınız. Bu durumun şimdiki Hakkı Öcal oluşunuzda etkisi var mıdır?
İdeoloji, Prof. Şerif Mardin’e göre sosyal yapıyı sürdürme veya yenisini yapmaya yarayan fikirler yapısıdır. Aynen kültür gibi. Şu farkla ki, kültür reeldir; ögeleri elle tutulur gözle görülür sosyal yapılardır. Fakat ideoloji hayaldir, tasavvurdur. Medya, iletişim türünün, aracının adıdır; bir medyayı kullanarak habercilik yapabilirsiniz veya fikir-düşünce yaymaya çalışırsınız. Eğer işiniz habercilik ise ideolojiyle bir alışverişiniz olmaz. Olmamalı yani. Ama bir fikrin propagandasını yapıyorsanız, belirli bir düşünceyi, bir dünya tasavvurunu, bir gelecek tahayyülünü yaymaya çalışıyorsanız, elbette bu hayalin dayandığı bir fikri yapı, bir fikirler bütünü vardır ve bu sizin her davranışınızı etkiler.
Ancak haberci de olsanız, ideolojiden tamamen özgür olduğunu söyleyemezsiniz. İnsanın duyguları vardır; düşünceleri vardır. Haberci de bir ülkenin yurttaşıdır; oy verir, siyasetçiler hakkında olumlu-olumsuz fikirler besler. Bunlar bir ideolojinin savunmasını yapacak, hayatını ve mesleğini buna adayacak kadar etkiliyorsa haberciyi, o artık haber değil fikir, dünya görüşü satıyor demektir.
Haberler, özellikle siyasal ideolojilerin oluşmasında, yurttaşların fikirlerini geliştirmesinde hammaddedir. Haberlerin sağladığı bilgiler ışığında gelecek tasavvurları oluşur. Bazı haberler, bir ideolojiyi, bir tasavvuru, bir hayali, bir anda gerçeklerden kopuk, gerçekleşmesi imkânsız hale getirebilir.
Eğer haberci salt haber derleyen ve sunan kişi olmaktan çıkmış ve değil de ideoloji tüccarı haline gelmiş ise (ki bunda bizatihi bir kötülük görmüyorum) bir an önce kendisinin ve medyasının haber değil fikir medyası olduğunu okuyucularına bildirmesi gerekir.
Ben hep hazır-kurulmuş, işlemekte olan yayın organlarında çalıştım. Ama mesela 1980’lerin başında Tercüman, ortalarında Güneş gazetelerinin tür değişikliği benim nöbetim sırasında gerçekleşti. Bu değişimin fikir babası ve karar mercii değildim; ama uygulamasını ben yaptım. Her iki gazete de benden önce habercilikten uzaklaşmış ve fikir yayını yapan ideolojik medyalar haline gelmişti. Tercüman’da bu durumu kabul edip, hatta bunu okuyucuya bildirerek bir arıza değil bir temel nitelik haline getirme yolunu tuttuk. İdeolojik bir yapıya sahip, fikir yayını yapan gazete, sırasında bir fikir yazısını manşet yapabilir; “şöyle-şöyle olaylar oldu…” tarzı haber gibi “Şöyle olmalıdır, böyle olması yanlıştır” gibi fikir yazısını da manşet yapabiliriz. Yapıyorduk zaten. Ama bunu deklare edip, “Ey okuyucu, bu gazetede okuduğun her şey haber değildir; fikir de olabilir,” demeliydik. Dedik. Bu okuyucunun çok hoşuna gitti. “Biz fikir gazetesiyiz, bizim bir ideolojimiz var. Biz bir dünya görüşüne sahibiz; bir gelecek tasavvurumuz var,” dedik. Ben bu fikri işleyen bir dizi makale yazdım.
Sigara paketlerinin üzerindeki uyarı gibi: kendi fikrinizi, ideolojinizi habermiş gibi, olaylar hakkında bir derlemeymiş gibi, tabir caiz ise, sinsi bir şekilde halka yutturmaya çalışmak yerine ne olduğunuzu ne sattığınızı söylemeniz gerekir.
Bir de anekdota izin verin: Ben bu yazılardan birinde, “Sırası gelir, devrimci bir fikri savunduğumuzu görebilirsiniz. Bu sebeple biz sadece ortanın sağındaki üç görüşü değil, ortanın solundaki görüşleri de içine alan, dört görüşlü bir gazeteyiz,” demiştim. Rahmetli Özal aradı; “Bana bak! Benim partimin sloganını mı çalmaya çalışıyorsun?” diye şakacıktan kızdı. Rahmetliyle dostluğumuz benim gazeteciliğe başladığım haftaya, 1960’ların son günlerine giderdi. Bana kurmakta olduğu partinin adını ve sloganını açıkladı: Anavatan … “Dört Eğilimin Partisi…”
Güneş’te ise benden (bizden) önceki yönetimin sinsi ideoloji savunuculuğunu bir kenara bırakıp, salt haber veren, bol makale yerine bol haber sunan bir gazete haline dönüştürmek üzere kolları sıvadık. Burada da başarılı olduk. Gazete içinde sık sık duyulan “O partinin haberi bize girmez…” veya “O partinin haberini büyük vermeliyiz…” tarzı örtülü ideolojiden kurtuldu gazete.
Bunların benim şahsım üzerinde ne etkisi oldu? Ben meslek hayatıma bir devin yanında başladım. Habercilik adına, gazetecilik adına ne öğrendi isem hepsini ondan, Nezih Demirkent’ten öğrendim. (Keşke o kadar sigara içmeseydi… 2001’de kaybettik.) Haber, katıksız haber, ideolojilerin boyasına bulanmamış haberin gazetecinin namusu olduğunu, kafamıza vura vura öğretti. 1970’ler, Türk basınının örtülü ideolojilerin elinden henüz kurtulamadığı yıllardı. Öyle gazeteciler vardı ki, bugün bilmem ne gazetesinde yayın yönetmeni, gelecek yıl filanca partinin milletvekili olarak çakırdı karşınıza. Tekrar edeyim: bir ideolojinin sözcüsü olan gazete-dergi çıkartmak veya televizyon yayını yapmak, yanlış değildir. Hürriyet’ten hemen sonra o yılların iki ideolojik gazetesinden birini çıkartmış ve o zaman bir milyon tiraja ulaştırmayı başarmış bir kişi olarak söylüyorum bunu. Nezih beyin salt habercilikteki ısrarı, Hürriyet’i hala yararlandığı ama maalesef koruyamadığı birincilik konumuna ulaştırmıştı.
Elbette onun verdiği terbiyenin, benim fikir gazetesi ile ilgili görüşümün gelişmesinde etkisi vardı. Namuslu habercilik gibi, açık sözlü, dürüst, gizlisi saklısı olmayan fikir gazetesi yapmak da mümkündü. Yaptık, nitekim.
- Siyaset bilimi, gazetecilik, fotoğrafçılık ve bilişim teknolojileri gibi birçok alanlarda aktif olarak görev yapmış biri olarak bu çok yönlülüğünüzü neyle açıklarsınız?
Aç gözlülükle!
Şaka değil… Bir şeyi neden ben yapmayayım da elin oğlu-kızı yapsın? Lise 1’de sınıfta kalma pahasına, sosyalizmle, siyasetçilikle ilgilendim. İlgilenmeye karar verdim ve bunu en iyi şekilde yapabilmek için, okulu asmaya karar verdim. Ama okula döndüğüm zaman hep şöyle düşündüm. Eğer öğretmen not olarak 10 verebiliyorsa, ben daima 10 almalıyım. Eğer fotoğraf makinam olmuş ise o halde en iyi fotoğrafı başkası değil ben çekmeliyim. Ama bunun yolu, Foto Ethem’in dükkanında, karanlık odasında, parmakların sodyum karbonat ve hidroksitten sararıncaya kadar film ve kart banyo edeceksin. Bu arada Ethem ağabey sana bir fotoğraf neden ötekinden daha iyi veya daha kötü anlatacak, öğreneceksin.
Kişisel bilgisayar denen şey, ben doktora tezimle ilgili okumalar yapmaya gittiğim Harvard’a komşu Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (M.I.T.) denen kurumda icat olurken, ona bigâne kalamazsınız. Gazetecisiniz ve bu alet haber alışverişinde, fotoğrafta, videoda devrim vaat ediyor. Elinize havyayı ve transistoru alıp başlayacaksınız ilk bilgisayarınızı kaynaklamaya. Paranız yok hazır PC almak için. O zaman iş başa düşecek. Programlamayı da öğreneceksiniz ki yaptığınız yeni kullanabilesiniz.
Çok yönlülük değil, çok ihtiyaçlılık. Kolay vaz geçmemek. “Anamın-babamın parası yok. O halde vaz geçeyim” dememek veya onları yapamayacakları bir harcamaya zorlamamak. Belki şimdiki genç kardeşlerimin her türlü bilgiye, imkana erişimi bir telefonun tuşlarına basmak gibi basit bir çabayla, çok uğraşmadan elde etmeye alıştıkları için böyle bir kendi çabana dayanan, sahip olduğun her beceriyi kendin elde etmek zorunda olmak, ihtiyarların masalları gibi geliyor. Ama öyle değil. Bakın insanın bir yıl uğraşıp, iyi bir Rusça, Arapça veya İngilizce öğrenmesi ona nasıl kapılar, nasıl çok farklı ülkelerde eğitim imkânı kazandırıyor? Bütün gayretin dört veya beş ay sıkı çalışmak. Meyvesini bütün bir ömür yiyorsun.
- Gazeteci toplumun vicdanı mıdır?
Olmalıdır ama artık değil. Bir ülkenin, bırakın ülkeyi bir ilin, ilçenin vicdanı olabilmek için insanın önünde şeref, namus, tarafsız davranabilmeyi sağlama amacı olan belediye başkanları, siyasetçiler, bürokratlar, fikir önderleri, imamlar, üniversite yöneticileri olmalı ki, gazeteci olarak kendisinden ne beklendiği, bu beklentinin tabi tutulacağı ölçme ve değerlendirme sürecinin nasıl işleyeceği gibi konularda bilgisi olsun.
Ne yazık ki yerelden ulusala kadar ülkedeki genel paçozluk (Alev Alatlı hocaya bu kelimeyi günlük dilimize soktuğu için teşekkür borcumuzu ifade edeyim), gazetecinin kendi kendisini mukayese edeceği insanlardan biri mahrum bırakıyor.
Ama hipotetik düzeyde konuşacaksak, evet, elbette, gazeteci ister haber versin ister fikir yazısı yazsın ister bir katille ister bir doktorla mülakat yapsın, o güne değil, o yıla değil, ama bu ülkenin bütününe, bütün geleceğine ışık tuttuğunu bilmesi gerekir. Eskiden olsa “Benim yazdığımı kim görecek ki?!” diye bir düşünsel laçkalığa tahammül edebilirdik. Ama günümüzde her şey ya dijital ortamda üretiliyor veya taranıp dijital ortama aktarılıyor. Yani yazdığınız her şey, ebediyete intikal ediyor. Herkesin, her şeyi bu şuurla yazması, çizmesi gerekir. Vicdan, biraz da bu, yani gelecekte de sorumlu tutulacağını bilerek hareket etmenin sonucudur.
- Habere ulaşmanın bu kadar kolay olduğu dijital bir çağda yaşıyorken doğru ve yalan haberi ayırt etmede neden bu kadar zorlanıyoruz?
Çünkü yalan haberin veya asılsız yorumun nasıl yakalanacağını bilmiyoruz. Yeni Medya Okuryazarlığı veya Dijital okuryazarlık, başka ülkelerde ilkokullardan itibaren ders olarak okutuluyor. Okul çağını geride bırakmış olanlar için halk eğitim merkezlerinde kurslar düzenleniyor. Mukayeseli okuma, ikinci hatta üçüncü kaynakları araştırma, mecraları işaretleme ve yalancılığı tescil edilmiş olanlara tekrar bakmama gibi belli başlı kuralların nasıl uygulanacağını öğretmek gerekir. Bunun için devlet televizyonunun eğitim programları yapması şarttır.
Ben böyle bir program geliştirdim; başlığı da çok cazip: “Internet’te nasıl yalan söylenir?” Tabii dinleyicilere yalan söylemeyi öğretmiyoruz. İki saat içinde kendisini yalandan korumanın esaslarından söz ediyoruz.
- Medyadaki algı operasyonları nasıl yönetiliyor? Neden bu kadar çabuk aldanıyoruz?
Olgu var; algı var. Bir olay olmuş ama onun haberini size kim, nasıl veriyor? Hitler’in meşhur (kötü şöhretli anlamında) Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in lafını bilirsiniz: Bir yalanı ne kadar çok kere tekrar edersen, o kadar inandırıcı olursun. Bir de şu sözü var: Bir yalan ne kadar işlenmiş ve ayrıntılı olursa o kadar inandırıcı olur. Demek ki millete olanı başka şekilde olmuş gibi göstermek için önce allayıp pullayacaksın; sonra da trollerin vasıtasıyla tekrar edip duracaksın. Bazı siyasetçilerin ellerinde birtakım bölgeleri sallayıp, “Bunun hesabını vereceksin!!” diye başka siyasetçilere sürekli saldırmaları bu taktiğin icabı.
Sosyal medyalarda bakıyorsunuz aynı fotoğraf bir ondan bir bundan sürekli geliyor. Bir kere görünce inanmıyorsunuz; ikinci kere de inanmıyorsunuz. Ama 50’nci kere artık içinizdeki “doğruluk polisi” pes ediyor; “Bu kadar kişi de yalan söyleyecek değil ya!” diyorsunuz ve inanıyorsunuz. Oysa bilmeniz gerekir ki bir yalan ne kadar çok tekrar edilse de yalandır. Ne kadar süslense de yalan, yalandır.
Geçenlerde bir ihaleyle ilgili olarak, ihaleyi kaybeden kurumun açtığı iptal davasının dilekçesini 150 avukatın birlikte verdiğini okuduk medyada. Aklımıza şöyle bir şey gelmiş olabilir: Yahu, bu kadar avukat da yanılıyor olamaz ya! Belli de bu ihale yasaya uygun değilmiş işte…” Bu algı yönetiminin başka bir türüdür.
Başka bir yöntem, ünlü birinin, özellikle bir sanatçının, hatta birçok sanatçının bir davayı savunuyor görünmesini sağlamaktır. Sanatçılarına toplumların saygısı ve sevgisi vardır. Gece dizide seyrettiğiniz kahraman kişinin bilmem ne dağlarında bilmem ne madeninin aranmasına, çıkartılmasına karşı durması, sizi de o davaya inandırır.
İnsanız; en büyük özelliğimiz güvenmek ve inanmaktır. Bu bizim yapımızda var. Şeytan, Âdem ile Havva’yı bu özelliğimizden yararlanarak kandırdı. Hala aynı yerden vuruluyoruz çünkü; toplum olmanın sebebi ve sonucu başkalarına duyduğumuz ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın sonucu da bizi kolayca inanan, güvenen yaratıklar kılıyor. Çare, haklının, doğrunun şöhretle, tanınmışlıkla, sanatçılıkla sağlanmadığını akıldan çıkartmamaktır.
- Retweet, like sayılarıyla haberin doğruluğunu ölçebilir miyiz, Çok RT’lenmiş haber ya da yorum her zaman doğru mudur?
Yukarıda bahsettiğimiz tuzaklardan biri çokluk fikrinin haklılık veya doğrulukla karıştırılması idi. 150 avukat da verse, binlerce kişi RT de etse, on binlerce kişi “like”lasa da bir yalan doğru haline gelemez; bir haksızlık haklılık kazanamaz. Çokluk tuzağına düşmemek için insanın kendi vicdanını dinlemesi, kendi aklıselimini devreye sokması, başka kaynaklara bakması, daha önce birkaç kere doğruluk ve vicdanlılık sınavından başarıyla geçirdiği kişilere kulak vermek önemlidir. Hemen her duyduğuna inanın, üstüne atlamayacaksın. Duracaksın, düşüneceksin. Bir şey sana, vicdanına yalan ve asılsız veya çarpıtma gibi görünüyorsa, muhtemelen öyledir. İnanmayacaksın.
- “Trol” ne demektir? Ülkece trollüğün hakkını veriyor muyuz? J
İngilizce kolay yöntemlerle balık avlamak anlamına gelen bu kelime argoda, dev veya cüce olarak tasvir edilen bir çirkin yaratık anlamında hakaret sözcüsü idi; ama Internet’in özellikle yeni medyanın icadı ile tamamen başka anlamlar kazandı. İsim olarak, Internet’te okuyanın anında tepki göstereceği, öfke ile hareket edeceği mesajlarla, kitleleri bir şeyden yana veya bir şeye karşı harekete geçirmek üzere mesajlar yazan kimse demek. Fiil olarak da bu iş yapmak anlamına geliyor.
Asıl anlamına uygun olarak, forumlarda, Twitter’da, Facebook’ta güvenen, inanan, saf, temiz vicdanlı insanları balık gibi avlayıp, kendi davasına inanan, kendi istediği gibi hareket eden askerler haline getirmeye çalışanların ve bu yaptıkları şeyin adı. Trol ile normal insan arasında görünürde bir fark olmayabilir. Ben de bazen çok telaşlı, çok heyecanlı, şeyler yazıyorum sosyal medyalarda. Ama ben hep bunu, sadece bunu yapmıyorum. Internet hayatı bundan ibaret olanlar var. Ama hiç kimse artık trollükle bir yere varamıyor. Çünkü insanlar uyandı. Troller sadece kendileri gibi kendileri gibi trollükle geçinenleri harekete geçirebiliyorlar.
- Yaşadığınız en büyük devriminiz nedir?
Lise çağlarında ne oldu ise, belki de zamanın ruhuna uyarak, sosyalist görüşlerimden hareketle, tanrıtanımazlığa kadar sapıttım. Oysa çocukluğum ve ilk gençliğim son derece muhafazakâr aile ortamlarında, çevrelerde geçmişti.
Gazeteci olarak 1973 OPEC petrol ambargosu gelişmeleri izlemek üzere Suudi Arabistan’a gittim; hac mevsimiydi. Orada milyonlarca kişinin aynı ritüelle, hac görevini ifa ederken yaydığı pozitif enerji, sanırım bir şeylerin tetikleyicisi oldu. Sonra Prof. Samuel P. Huntington’ın inanç, kimlik ve uygarlık ilişkisine dair konuları irdelediği dersleri, bu sürecin tamamlanmasını ve benim üst-kimliğimle ilgili zihnimdeki bütün kuşkularımın yok olmasını sağladı. Uygarlık, sanıldığı gibi milletlerin, milliyetlerin, hayat tarzlarının bir amalgamı değil, dinin getirdiği kültürün en kapsayıcı, en üst konumda ifadesinden ibarettir. Türk olabilirsiniz, Arap olabilirsiniz, Kürt olabilirsiniz bir tarafta; kentlisinizdir veya köylüsünüzdür. Aileniz zengindir, yoksuldur. Bütün bunlar sizi siz yaparlar; ama size nihai şeklinizi veren nedir diye sorarlarsa, Doğu Uygarlığından olduğunuzu söylemek zorunda kalırsınız. Doğu Uygarlığı ile Batı Uygarlığını ayırt eden ise birinin İslam, diğerinin Judeo-Hristiyan geleneği üzerine bina edilmiş olmasıdır. Batı Uygarlığından iseniz, son tahlilde siz Hristiyan-Musevi geleneğinin bir ürünüsünüz, Doğu Uygarlığından iseniz, Müslüman geleneğinin bir ürünüsünüz.
Bunu anlamak, beni sadece kafamın içindekilerle değil, ama mesleğimle, çalışma alanımla, ilgi alanlarımla, her şeyimle etkileyen bir devrim oldu. Deprem oldu. Ki sarsıntısı hala devam ediyor kimliğimde, kişiliğimde.
- Devrimci olmak için sol görüşlü mü yoksa sağ görüşlü mü olmak lazım?
O eskidendi devrimci olmak için illa solcu olmak gerekir hükmü. Bitti o devir. Sağ görüşlü bir insan da pekâlâ kendi alanı ne ise o alanda devrimci atılımlar, uygulamalar yapabilir. Bu sadece davanıza ne kadar hırsla bağlı olduğunuzla ilgilidir.
- İsmet Özel ile bir dönem aynı evi paylaşmışsınız. Var mıdır İsmet Özel’le ilgili bir anınız? En çok hangi şiirini seversiniz?
Ah, canım üstadım İsmet Özel. O zaman “devrimci” şiirler yazardı tabii… Yıl 1960’ların ortaları… Profesör oldu, sonra öldü Kurthan Fişek, Cem Eroğul, türkücü Ruhi Su, Rahmi Saltuk, daha birçok usta, üstad ve arkadaş, şair Mehmet Kemal’in “Kalem” isimli lokantasında şiir ve türkü gecelerinde bir araya gelirdik. O zaman İsmet üstada en büyük takılmamız, güya, “Gözlerimi tükürdüm ağzımdan yere…” diye şiirler yazdığı yolundaki takılmalarımız var aklımda.
Şiir? Şiir çok ama 1968’lerden bir şiirini hatırlayalım birlikte:
- Tanıdığınız en iyi sağ görüşlü ve en iyi sol görüşlü devrimci kimlerdir?
Sağ görüşlü devrimci geçenlerde ebediyete irtihal eden “Kudüs Şairi” Nuri Pakdil’dir. Solcu, vallahi zor. Çıkarcı olmayacak; halkçı olacak, tuttuğu devrimci yol kendisini gibi samimi, özverili devrimciler üretecek? Yok galiba şu anda zihnimde böyle bir isim.
- Aydın, toplumu sağdan mı yoksa soldan mı aydınlatır? J
İki taraf da olur bence. Ama illa bir ayrım yapacaksak, “İçten mi aydınlatır, dıştan mı?” diye sormalıyız. Ben tepeden inmeci, vesayetçi aydın modelini hiçbir zaman verimli bulmadım. Bakın, Kemalizm ve benzeri Lenin, Mao, Nasır, Kaddafi modellerine ortak özellikleri tepeden inmeci, halka “Sen bilmezsin, biz biliriz. Biz seni eğitmeye geldik” diyen devrimci aydınlara. Hemen hiçbirinin ne aydınlatması ne devrimi kendilerinden daha uzun ömürlü olmadı. Bakın halkın içinde durup halka yol gösterenlere. Vahyi ilahi olmakla birlikte tebliği tamamen kişisel çabaya dayanan Musa, İsa ve Muhammed (as) modellerine. Başarıları gün geçtikte artarak sürüyor. Evet, elbette lider (önder) toplumunun önündedir; adı üstünde: önder. Ama davası nereden kaynaklanıyor? Aydınlık diye sunduğu fikir, nereden neşet ediyor? Bu kaynak halk arasında ise aydınlanma çabası başarılı ve sonuçları kalıcı oluyor.
- Gençlerin, mutlaka bakmalı dediğiniz kitap ve filmler nelerdir?
Kitap ve film değil de yazar ve yönetmen adını vereyim. Şerif Mardin ve Halil İnalcık’ın bütün eserleri okunmalıdır. Semih Kaplanoğlu, Akira Kurosawa ve Charlie Chaplin’in filmlerini defalarca gördüm.