Kaybolmanın bir tarihi olsaymış eğer insanoğlu ilk nerede kaybolduğu gerçeğinin peşine düşmek istemezdi kanımca. Çünkü kaybolma eylemi teorilere, formüllere, tanımlara, tasvirlere sığabilecek bir hareket/olgu olmamıştır. Her kayboluş kendi içinde kaynaklara bölünür. Bu yüzyıldaki kaynakların birçoğu tükenmekte, görülmemek üzere raflara kaldırılmakta, bir kısmı yanlışlar kılavuzu misali sergilenmekte.
Kaybolmanın bir hikâyesi olsaymış eğer anlatanı çok olurdu, dinleyeni daha fazla. Öyle sanılıyor değil mi kaybolma hikâyeniz olmayınca. Dinlemek güzel gelir diye düşündünüz bir an. Oysa anlatmak kadar kolay gelmemiştir kaybolduğu gerçeğinin kabul edilişi.
Gerçek, ortak paydada hayatını sürdüren insanoğlunun bir olay zuhur ettiği esnada ortak tepkiyi verebilmenin adıdır. Havayı ve oksijeni bölüşemediğimiz gibi hakikati parçalamaya, bir tarafa çekmeye kimsenin gücü ve yetkisi olmamalıydı. Kanunlar bu yönlü işlemeliydi.
Gerçeğin bir tarihi olsaymış eğer sahipleneni idam sehpalarına çıkarılmazdı. Vatanlarından alıkonulmaz, hasret rüzgârlarıyla savrulmalarına müsaade edilmezdi değil mi?
Buraya kadar her şey güzel. Hayır, güzel diye bir şey varsa o da yalnızca yâr’in kokusudur. Yâr, kimine göre bir çift göz, kimine göre esmer yağız delikanlı ama en çok da kimisine vatandır. Gözlerden uzak, kalbi kendinden esmer vatan.
Formülü yok dedik kaybolmanın ama binlerce çeşidi mevcut. Bir sistemin içinde kaybolmak, bir düzene uyum sağlarken kaybolmak, gurbette var olma pahasına kaybolmak, acıya ve hüzne dayanmaya çalışırken kaybolmak, beklerken kaybolmak.
Sokakta kaybolursanız bulunma ve gideceğiniz yeri bulma ihtimaliniz yüksektir. Ama kendi öz yurdunuzda zulüm altındaysanız kaybolmayı, hiç duyulmamayı istersiniz. Zira onlar da aynı düşüncedeler ki seslerinin duyulmayışına sitem etmiyorlar!
Gerçekte de böyle miydi? Acıları ile baş başa bırakılmış 2000 yıllık tarihe sahip Doğu Türkistan kaderine boyun eğmenin onuruyla mı anılmak istiyordu yoksa görmezden mi geliniyordu onlara uygulanan iki buçuk asırlık zulüm. Özbek, Tacik, Kazak, Türkmen ve Uygur’uyla tek bir parça olan kadim Türkistan topraklarının ilk esaret dönemi Rus Çarlığı ve Çin Manço İmparatorluğu’nun işgalleri sonucu bölünüp parçalanmasıyla başlar. Sahipleneni olmayan gerçeğin tarihi en önce böyle kaydedildi. Göktürklerin, Uygurların, Karahanlıların, Gaznelilerin, Harzemşah ve Selçukluların karış karış izlerinin kaldığı, bağrının en yanık yerinde barındırdığı beldeleri tek tek işgal edildi. Halkına zulm edilerek işgal ve sömürüyle anılır bir coğrafya hâline getirildi.
Anlatanı olmayan bir hikâyenin en güçsüz kahramanıydı Doğu Türkistan. Dünya kamuoyunun bilinmesi gereken acı gerçeklere sağır olduğu yerdeydi. İnsan hakları ihlallerinin kronikleştiği bu asırda tanımlanamayan, çözümlenememeye doğru ilerleyen çok bilinmeyenli denklemiydi.
Halbuki gerçek gün gibi ortadaydı. İnsanoğlu, kaybolmaktan korkandı. Kendi güzel hikâyesini kendi anlatsın isteyendi. Eşine az rastlanır bir ilim merkezi özelliğini taşıyorken irfan ve gönül sultanlarına ev sahipliği yapan bereketli topraklarken kültürel zenginliklerle bezeli tarihiyle ismi hep güzel anılan Türkistan, hikâyesini yarıda bırakmak zorunda bırakılmıştı. İki buçuk asırlık süreçte akıl ve mantık ötesi saldırıların, katliamların odağı olmuştu.
18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Çin istilasıyla karşılaşan Doğu Türkistan toprakları hâlen işgallere maruz kalıyor. “Yeniden kazanılmış” anlamına gelen Sincan ismini verdikleri bu bölgeyi doğal nüfus alanları olarak gören Çin, politikaların en aşağı seviyede olanını uygulayarak Türkistan halkının temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayarak yüzyılın ayıbını üstleniyor. Milyonlarca insan katlinin, yüz binlercesinin esaret hayatı sürmesinin vebalini taşıyor. Hiç umurunda olmayarak.
Kendi öz vatanlarında, sistematik asimilasyon politikası içinde kaybolmanın hikâyesini veren Doğu Türkistan halkı çözümü göç yollarında arıyor bu kez. Çok bir kapı bulamasa da.
Oruç tutmanın, camide namaz kılmanın, Müslümanca doğmanın ve Müslümanca ölmenin yasak olduğu; hamile kadınların daha doğmamış evlatlarının katledildiği, sağlık, eğitim ve istihdam hizmetlerinin kısıtlanarak yok hükmüne getirildiği, genç Uygur kızlarının köleler gibi çalıştırılıp fuhuş bataklığına sürüklendiği bir toprak parçasından kaçmaktan başka çaresi var mıydı mazlum halkın. Safasını çekemediği diyara veda etmek, kanunu değil miydi kâinatın.
Medya ve iletişim araçlarına uyguladıkları sansürler nedeniyle bütün dünyayı bilgisiz ve de ilgisiz bırakan Çin, bölgede kendi nüfusunu artırma politikalarını hız kesmeden devam ettiriyor. Kilometrelerce ötelerden getirilen Çinliler, bölgede iskân ettirilerek zengin coğrafyanın mirasçıları kabul ediliyorlar.
Halk arasındaki gerilim ciddi boyutlarda. Dövülen, işkence edilen Uygur Türklerinin hâli içler acısı. Medyaya bir şekilde sızan görüntüleri izlemeye insan gözünün çok üstünde bir göz dayanabilir ancak.
Ömür insan için; dünyaya gelmek, yaşamak ve ölümle nihayet bulmakken onlar yaşamak sınavından muaf tutuldular. Dört damla gözyaşı bir acıyı yıkayamadı. Asıl acı üç çocuğundan ikisini kaybettiniz dediklerinde hangi çocuğunu kaybettiğini bilemeyişiydi. Yâr bildiği vatanından ayrı tutulmak, yâr’in bağrında kırmızılara bürünmekti asıl acı.. Bahtı kendinden esmer nice insanlar… Şimdi yüreğim paramparça.