2023 yılının en çok beklenen filmlerinden biri olan Oppenheimer nihayet vizyona girerek seyircisiyle buluştu. Tabi Nolan bu filmi basına duyurduktan sonra büyük bir beklenti içerisine girdi izleyiciler nasıl bir iş ortaya çıkaracak diye bekliyordu. Dünya tarihini değiştiren bir olay ve bu olayın arka planında yaşananları acaba hangi gözlemle verecekti Nolan. Acaba Amerika haklı mıydı? atom bombası gerçekten atılmadan Japonya telsi olabilir miydi? Uuzn yıllardır bu sorular tarih alanın cevap aradığı sorular olmuştur.
Nolan sineması kendine has bir yapıya sahiptir. Nolan Anlatmak istediği her şeyi farklı bir kurgu ve sinematik dil ile vermeyi seviyor. Nolan filmografinse baktığımızda genelde kurmaca hikâyeler ile yola çıktığını görürüz. En son savaş filmlerimden ve yarı biyografik diyebileceğimiz Dunkirk ile karşımıza çıkmıştı. Oppenheimer’ı diğer yapımlarından ayıran en büyük özelliği ise Nolan’ın tam bir biyografik film ile karşımıza çıkacak olmasıdır. Çünkü işin içinde tarihi bir gerçeklik söz konusu. Bunu anlatırken hangi gözlemle anlatacağı merak konusuydu.
Filmin konusuna gelecek olacaksak. 2.Dünya Savaşı devam ederken atom mücadelesi veren başlıca ülkeler vardı. Bunlardan en önemlileri Almanya ve Amerika’ydı. Hızlı davranan ülkeler atom gücüne sahip olacak ve yıkıcı etkisi daha fazla olan bu bombalar sayesinde düşmanların birbirini sindirme gücüne sahip olacaktı. Amerika bu büyük atılım için savaşında ortasında Oppenheimer ile anlaşmaya vararak bu projenin başına geçmesini istedi. Amerika’nın en büyük korkusu ise Almanya’nın ondan önce atom bombasının yapacağı fikriydi. Çünkü Nazi Almanya’sının atom projesine Werner Heisenberg başkanlık ediyordu. Bilim insanları arasında büyük bir üne sahip olan Heisenberg’in atom bombasını bulacağı fikri bütün bilim camiasında bilinen bir gerçekti. Savaşın en kanlı döneminde zamanın çok değerli olduğu bu ortamda bu projelerin önemi çok büyüktü.
Filme geçmeden az çok Oppenheimer’ın hayatına bakmak gerekiyor. Amerika’da orta gelirli bir ailenin çocuğu olarak 1904 yılında Newyork’ta hayata gözlerini açıyor. Aslında ailesi Almanya’dan zamanında Amerikaya göçen bir aile. İyi bir eğitim alan Oppenheimer prestijli üniversitelerde yer alıp buralarda derslerde veriyor. Ama onu tartışmanın odağına taşıyacak en önemli tavrı ise komünist görüşleri yüzünden olacaktır. Savaş sonrasında bir nevi cadı avına çıkan Amerikalılar bu görüşlerden dolayı Oppenheimer’ı resmen giyotine götürmeye çalışmıştır. Savaş sonrasında bombanın ne gibi yerlerde kullanılacağı Oppenheimer2da bir nevi histeri yaratmıştı. Etik sorunlardan dolayı bombanın yok edici unsur hale getirilmesi onda büyük edişeler yaratmıştı.
Filmin senaryosu her ne kadar Nolan’ın elinden çıkmış olsa da ilham kaynağını Kai Bird ve Martin J. Sherwin‘in American Prometheus kitabından almaktadır. Mitoloji’de Prometheus tanrılardan ateşi çalmıştır. Ceza olarak tanrılar onu Kafkas dağlarında bir kayaya zincirleyerek her gün kartallar tarafından iç organları yenilmesi ile ona ceza vermişlerdir. Bu hergün tekrarlanır ve Prometheus’un hergün aynı acıyı çekmesine sebep olmuştur. Oppenheimer’ın savaştan bu duruma düşmesi işte buna örnek gösterilir. Medya önünde her gün onuru kırılan Oppenheimer aslında ateşi çalmanın bedelini ödemektedir. Elleriyle bir yıkım makinesi yaratmış ve bu yıkımın sorumlusu olarak kamuoyunun önüne atılmıştır. Oppenheimer bir nevi Tanrı rolüne bürünmüş ve zirvenin en yukarısına kadar çıkmıştır. Ama bir şey vardır ki zirve de durmak kolay olmayacaktır. Bir el onu aşağı tepe taklak yuvarlayacaktır. Karakterimizin bu çöküşünü yönetmenimiz çok iyi bir şekilde veriyor. Cillian Murphy filmi omuzlarında o kadar güzel taşıyor ki oyunculuk dersi veriyor adeta. Oyunculuk kısmına geldiğimizde ise Murphy hakkında güzel şeyler de söyleyeceğiz.
Filme yapılan en büyük eleştirilerden biri ise süresinin neden üç saat oluşu ile ilgiliydi. Nolan’ın filme dair anlatmak istedikleri bence bununla yeterli bile değildir. Nolan’a soracak olursanız filmi üç saat daha uzatmak isteyebilirdi. Çünkü tarihi bir serüvene çıkıyor yönetmen. Amerikan tarihinin en önemli dönemlerinden biri olan ve soğuk savaşın başladığı bir dönem için 3 saat bence az bile gelir. Herkes yönetmen Nolan’dan bol aksiyonlu bir savaş filmi bekliyordu. Filmin en büyük aksiyon sahnesi bile atom bombasının test edildiği sahnedir. Onda da zaten Nolan herhangi bir CGI yani yeşil perde teknolojisi kullanmamıştır. En büyük takıntısı yeşil perde olan yönetmen hemen hemen hiçbir filminde bu işe başvurmuyor ve IMAX gibi harika kamera ile çalışıyor. Sinema’nın bugünlerde ölmek üzere olduğu bir dönemde sınırlı sinema salonlarında 70mm kameralarla bu işe girişmesi ise büyük bir kumar. Yetiştiği kuşakta sinemanın beyazperdelerde izlendiğini ve sinemanın bir kurtarıcısı olduğunu bizlere göstermeye çalışıyor. Ve bunu da bence şimdilik başarmış durumda. Salonlar dolup taştı.
Filmi izlerken seyircide bazı yerlerde kopmalar görmek mümkün. Çünkü film salt bir biçimde aksiyon içermediği için tamamen diyaloglarla ilerliyor ve bu durum seyircide bir yerde kopuşu getiriyor. Filmi izlerken sanki bir kitabı okur gibi yapmak lazım. Yani okumalar gerçekleştirmek lazım. Biraz daha Amerikan iç siyasetine ve savaş sonrası Amerika’nın dünya siyasetine yön vermesine bakmak lazım. Biraz daha Amerikan espri anlayışı ve folklorik öğeleri de çok iyi bilmek gerekiyor.
Filmi biraz daha ilginç hale getiren olaylardan biri ise Nolan’ın karmaşık zaman kurgusu ve hikayeyi anlatırken sekanslar arası atlaması diyebiliriz. Bazı yerlerde siyah beyaz bazı yerlerde renkli kullanımı bundan olacaktır. Yargılama süreci, Manhattan Projesi’nin anlatılması ve Oppenheimer’ın çocukluk dönemleri birçok farklı dönem farklı kurgulama ile karmaşık bir bağlantı gibi sunulmuş.
Bunun amaçlarından biri ise bence Nolan’ın karakterler arasında herhangi bir bağ kurmamamız için olabilir. Çünkü her karakterin bir iniş ve çıkışı var böylelikle kimin yalan söylediği kimin doğruyu söylediği pek bilinmiyor. Lineer şekilde ilerlemeyen zaman algısı bizde bir komplike gelmiş olabilir. Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri ise Nolan’ın bilimsel sahnelerde daha sade bir kurgu ile karşımıza çıkması ama ne hikmetse işin içine politikacılar ve askeri vesayet girince karmaşık bir zaman kurgusu ile bizde güvensizlik hissini uyandırması ise apayrı bir mesaj. Bu yönetmenin en büyü başarılardan biri diyebiliriz.
Oyunculuklar:
Filmdeki oyunculara gelecek olursak yıldızlar geçidi diyebiliriz filme. Birçok önemli oyuncu ile çalışmak bence iyi bir yönetim beceresi ister. Bunu Türkiye’de başaran çok iyi bir yönetmen var oda Nuri Bilge Ceylan. Gerçekten bu konuda oyuncudan ne istediğini bilen bir yönetmen filmi bir nevi bir tık daha yukarı taşıyor. Nolan benim gözümde Ceylan gibi adam. Çünkü oyuncudan ne alabileceğini çok iyi görebiliyor. Oyuncu seçimini yaparken bunu çok iyi şekilde başarıyor. Cillian Murphy bu oyunculardan sadece biri. Daha önce Nolan filmlerinde küçük rollerde kendini gösteren Murphy bu sefer büyük projede kolları sıvayarak harika üstü bir performans gösteriyor. Eğer 2024 yılında yapılacak Oscar ödül töreninde en iyi erkek oyuncu ödülünü Murphy’nin elinde göreceksek buna şaşırmamak lazım. Duygu değişimi çok iyi veren ve işini çok temiz şekilde yapan Murphy bazen setlerde yemek yemediği bile söyleniyormuş. Tamamen role odaklanıyor ve rolden çıkmamak adına kimse ile görüşmediği de oluyormuş. Bu denli karakterli bir oyun çıkarmak kolay olmamıştır tabi ki de.
Film dediğimiz gibi yıldızlar geçidi gibi. Nereye kafanı çevirsen büyük işler yapmış oyuncuları görüyorsunuz. Matt Demon, Emily Blunt, Rami Malek, Florence Pugh, Benny Safdie, Alden Ehrenreich, Gustaf Skarsgård ve daha nicelere bu filmde oynamış.
Bir başka parantez açmak istediğim oyuncu ise Robert Downey Jr. Muazzam bir oyunculuk performansı ortaya koydu. Özellikle onu Demir Adam yani Marvel kahramanlık filmlerinden tanırız ama burada oyunculuğu resmen yaşamış En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünün adayı bence Robert olacaktır. 1993 senesinde kendisini Chaplin filminde aday olmuştu ama yarıştığı kişi Al Pacino idi.
Filmin kadın oyuncuları seçimi ise gerçekten yerinde olmuş. Özellikle Emily Blunt derinlikli karakteri ile filme hayat vermiş. Murphy ve Blunt’ın harika uyumu filmi bir kez daha izlenir kılmış diyebiliriz.
Filmi sinemada izleme şansım oldu tabi 70mm destekli bir sinema salonu değildi ama yine de o atmosfere diyecek bir sözüm yok. Harika geçişler ve diyalogların yoğunluğu kafanızın içinde sanki gerçekleşiyor. Eğer dikkati gerçekten dağılmayan biri iseniz film tam size göre. Sinemada telefon ile uğraşan biri değilseniz film sizi içine alıp götürüyor ve ışıklar açıldığında ben neredeyim diyorsunuz. Birkaç sahne beni gerçekten derinden etkilemişti. Nolan’ın payı bunda çok büyüktür. Atom bombası atıldıktan sonra Oppenheimer insanların dolu olduğu bir odaya giriyor ve konuşma gerçekleştirmesi lazım ve o sahnede derin bir sessizlik ve çığlıkların duyulması harikaydı gerçekten. Anı yaşamak dedikleri o olsa gerek. Bir başka sahne ise yargılama esnasında Oppenheimer’ın üzerine soru soranlardan o kadar gitti ki oda yavas yavaş beyaza dönmeye başlıyordu. Evet o sahne CGI kullanılmadan dışarıdan Nolan’ın beyaz ışıkları sayesinde atom bombasının o beyaz yok edici gözleri kör edecek derecede içeri verilmesi sayesinde çekildi. Bundan dolayı Nolan gerçekten işine saygı duyulması gereken harika bir yönetmen. Her detayı ustalıkla ve ince ince dokuyan bir yönetmen.
Sonuç olarak harika bir film ve ustalıkla işlenmiş bir senaryo. Sert ve gerçekçi olmasından dolayı film kendine hayran bıraktırıyor. İzlemenizi ve izlettirmenizi tavsiye ediyorum.
10/9.0
Oppenheimer’ın sözü ile yazımı sonlandırmak istiyorum.
“Şimdi Ölüm Oldum, Dünyaların Yok Edicisi”