En Yeni İçerikler

Oppenheimer- Ateşi Çalmanın Bedeli


2023 yılının en çok beklenen filmlerinden biri olan Oppenheimer nihayet vizyona girerek seyircisiyle buluştu. Tabi Nolan bu filmi basına duyurduktan sonra büyük bir beklenti içerisine girdi izleyiciler nasıl bir iş ortaya çıkaracak diye bekliyordu. Dünya tarihini değiştiren bir olay ve bu olayın arka planında yaşananları acaba hangi gözlemle verecekti Nolan. Acaba Amerika haklı mıydı? atom bombası gerçekten atılmadan Japonya telsi olabilir miydi? Uuzn yıllardır bu sorular tarih alanın cevap aradığı sorular olmuştur.

Nolan sineması kendine has bir yapıya sahiptir. Nolan Anlatmak istediği her şeyi farklı bir kurgu ve sinematik dil ile vermeyi seviyor. Nolan filmografinse baktığımızda genelde kurmaca hikâyeler ile yola çıktığını görürüz. En son savaş filmlerimden ve yarı biyografik diyebileceğimiz Dunkirk ile karşımıza çıkmıştı. Oppenheimer’ı diğer yapımlarından ayıran en büyük özelliği ise Nolan’ın tam bir biyografik film ile karşımıza çıkacak olmasıdır. Çünkü işin içinde tarihi bir gerçeklik söz konusu. Bunu anlatırken hangi gözlemle anlatacağı merak konusuydu.

Filmin konusuna gelecek olacaksak. 2.Dünya Savaşı devam ederken atom mücadelesi veren başlıca ülkeler vardı. Bunlardan en önemlileri Almanya ve Amerika’ydı. Hızlı davranan ülkeler atom gücüne sahip olacak ve yıkıcı etkisi daha fazla olan bu bombalar sayesinde düşmanların birbirini sindirme gücüne sahip olacaktı. Amerika bu büyük atılım için savaşında ortasında Oppenheimer ile anlaşmaya vararak bu projenin başına geçmesini istedi. Amerika’nın en büyük korkusu ise Almanya’nın ondan önce atom bombasının yapacağı fikriydi. Çünkü Nazi Almanya’sının atom projesine Werner Heisenberg başkanlık ediyordu. Bilim insanları arasında büyük bir üne sahip olan Heisenberg’in atom bombasını bulacağı fikri bütün bilim camiasında bilinen bir gerçekti.  Savaşın en kanlı döneminde zamanın çok değerli olduğu bu ortamda bu projelerin önemi çok büyüktü.

Filme geçmeden az çok Oppenheimer’ın hayatına bakmak gerekiyor. Amerika’da orta gelirli bir ailenin çocuğu olarak 1904 yılında Newyork’ta hayata gözlerini açıyor. Aslında ailesi Almanya’dan zamanında Amerikaya göçen bir aile. İyi bir eğitim alan Oppenheimer prestijli üniversitelerde yer alıp buralarda derslerde veriyor. Ama onu tartışmanın odağına taşıyacak en önemli tavrı ise komünist görüşleri yüzünden olacaktır. Savaş sonrasında bir nevi cadı avına çıkan Amerikalılar bu görüşlerden dolayı Oppenheimer’ı resmen giyotine götürmeye çalışmıştır. Savaş sonrasında bombanın ne gibi yerlerde kullanılacağı Oppenheimer2da bir nevi histeri yaratmıştı. Etik sorunlardan dolayı bombanın yok edici unsur hale getirilmesi onda büyük edişeler yaratmıştı.

Filmin senaryosu her ne kadar Nolan’ın elinden çıkmış olsa da ilham kaynağını Kai Bird ve Martin J. Sherwin‘in American Prometheus kitabından almaktadır. Mitoloji’de Prometheus tanrılardan ateşi çalmıştır. Ceza olarak tanrılar onu Kafkas dağlarında bir kayaya zincirleyerek her gün kartallar tarafından iç organları yenilmesi ile ona ceza vermişlerdir. Bu hergün tekrarlanır ve Prometheus’un hergün aynı acıyı çekmesine sebep olmuştur. Oppenheimer’ın savaştan bu duruma düşmesi işte buna örnek gösterilir. Medya önünde her gün onuru kırılan Oppenheimer aslında ateşi çalmanın bedelini ödemektedir. Elleriyle bir yıkım makinesi yaratmış ve bu yıkımın sorumlusu olarak kamuoyunun önüne atılmıştır. Oppenheimer bir nevi Tanrı rolüne bürünmüş ve zirvenin en yukarısına kadar çıkmıştır. Ama bir şey vardır ki zirve de durmak kolay olmayacaktır. Bir el onu aşağı tepe taklak yuvarlayacaktır. Karakterimizin bu çöküşünü yönetmenimiz çok iyi bir şekilde veriyor. Cillian Murphy filmi omuzlarında o kadar güzel taşıyor ki oyunculuk dersi veriyor adeta. Oyunculuk kısmına geldiğimizde ise Murphy hakkında güzel şeyler de söyleyeceğiz.

Filme yapılan en büyük eleştirilerden biri ise süresinin neden üç saat oluşu ile ilgiliydi. Nolan’ın filme dair anlatmak istedikleri bence bununla yeterli bile değildir. Nolan’a soracak olursanız filmi üç saat daha uzatmak isteyebilirdi. Çünkü tarihi bir serüvene çıkıyor yönetmen. Amerikan tarihinin en önemli dönemlerinden biri olan ve soğuk savaşın başladığı bir dönem için 3 saat bence az bile gelir. Herkes yönetmen Nolan’dan bol aksiyonlu bir savaş filmi bekliyordu. Filmin en büyük aksiyon sahnesi bile atom bombasının test edildiği sahnedir. Onda da zaten Nolan herhangi bir CGI yani yeşil perde teknolojisi kullanmamıştır. En büyük takıntısı yeşil perde olan yönetmen hemen hemen hiçbir filminde bu işe başvurmuyor ve IMAX gibi harika kamera ile çalışıyor. Sinema’nın bugünlerde ölmek üzere olduğu bir dönemde sınırlı sinema salonlarında 70mm kameralarla bu işe girişmesi ise büyük bir kumar. Yetiştiği kuşakta sinemanın beyazperdelerde izlendiğini ve sinemanın bir kurtarıcısı olduğunu bizlere göstermeye çalışıyor. Ve bunu da bence şimdilik başarmış durumda.  Salonlar dolup taştı.

Filmi izlerken seyircide bazı yerlerde kopmalar görmek mümkün. Çünkü film salt bir biçimde aksiyon içermediği için tamamen diyaloglarla ilerliyor ve bu durum seyircide bir yerde kopuşu getiriyor. Filmi izlerken sanki bir kitabı okur gibi yapmak lazım. Yani okumalar gerçekleştirmek lazım. Biraz daha Amerikan iç siyasetine ve savaş sonrası Amerika’nın dünya siyasetine yön vermesine bakmak lazım. Biraz daha Amerikan espri anlayışı ve folklorik öğeleri de çok iyi bilmek gerekiyor.

Filmi biraz daha ilginç hale getiren olaylardan biri ise Nolan’ın karmaşık zaman kurgusu ve hikayeyi anlatırken sekanslar arası atlaması diyebiliriz. Bazı yerlerde siyah beyaz bazı yerlerde renkli kullanımı bundan olacaktır. Yargılama süreci, Manhattan Projesi’nin anlatılması ve Oppenheimer’ın çocukluk dönemleri birçok farklı dönem farklı kurgulama ile karmaşık bir bağlantı gibi sunulmuş.

Bunun amaçlarından biri ise bence Nolan’ın karakterler arasında herhangi bir bağ kurmamamız için olabilir. Çünkü her karakterin bir iniş ve çıkışı var böylelikle kimin yalan söylediği kimin doğruyu söylediği pek bilinmiyor. Lineer şekilde ilerlemeyen zaman algısı bizde bir komplike gelmiş olabilir. Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri ise Nolan’ın bilimsel sahnelerde daha sade bir kurgu ile karşımıza çıkması ama ne hikmetse işin içine politikacılar ve askeri vesayet girince karmaşık bir zaman kurgusu ile bizde güvensizlik hissini uyandırması ise apayrı bir mesaj. Bu yönetmenin en büyü başarılardan biri diyebiliriz.


Oyunculuklar:

Filmdeki oyunculara gelecek olursak yıldızlar geçidi diyebiliriz filme. Birçok önemli oyuncu ile çalışmak bence iyi bir yönetim beceresi ister. Bunu Türkiye’de başaran çok iyi bir yönetmen var oda Nuri Bilge Ceylan. Gerçekten bu konuda oyuncudan ne istediğini bilen bir yönetmen filmi bir nevi bir tık daha yukarı taşıyor. Nolan benim gözümde Ceylan gibi adam. Çünkü oyuncudan ne alabileceğini çok iyi görebiliyor. Oyuncu seçimini yaparken bunu çok iyi şekilde başarıyor. Cillian Murphy bu oyunculardan sadece biri. Daha önce Nolan filmlerinde küçük rollerde kendini gösteren Murphy bu sefer büyük projede kolları sıvayarak harika üstü bir performans gösteriyor. Eğer 2024 yılında yapılacak Oscar ödül töreninde en iyi erkek oyuncu ödülünü Murphy’nin elinde göreceksek buna şaşırmamak lazım. Duygu değişimi çok iyi veren ve işini çok temiz şekilde yapan Murphy bazen setlerde yemek yemediği bile söyleniyormuş. Tamamen role odaklanıyor ve rolden çıkmamak adına kimse ile görüşmediği de oluyormuş. Bu denli karakterli bir oyun çıkarmak kolay olmamıştır tabi ki de.  

Film dediğimiz gibi yıldızlar geçidi gibi. Nereye kafanı çevirsen büyük işler yapmış oyuncuları görüyorsunuz. Matt Demon, Emily Blunt, Rami Malek, Florence Pugh, Benny Safdie, Alden Ehrenreich, Gustaf Skarsgård ve daha nicelere bu filmde oynamış.
Bir başka parantez açmak istediğim oyuncu ise Robert Downey Jr. Muazzam bir oyunculuk performansı ortaya koydu. Özellikle onu Demir Adam yani Marvel kahramanlık filmlerinden tanırız ama burada oyunculuğu resmen yaşamış En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünün adayı bence Robert olacaktır. 1993 senesinde kendisini Chaplin filminde aday olmuştu ama yarıştığı kişi Al Pacino idi.

Filmin kadın oyuncuları seçimi ise gerçekten yerinde olmuş. Özellikle Emily Blunt derinlikli karakteri ile filme hayat vermiş. Murphy ve Blunt’ın harika uyumu filmi bir kez daha izlenir kılmış diyebiliriz.     
Filmi sinemada izleme şansım oldu tabi 70mm destekli bir sinema salonu değildi ama yine de o atmosfere diyecek bir sözüm yok. Harika geçişler ve diyalogların yoğunluğu kafanızın içinde sanki gerçekleşiyor. Eğer dikkati gerçekten dağılmayan biri iseniz film tam size göre. Sinemada telefon ile uğraşan biri değilseniz film sizi içine alıp götürüyor ve ışıklar açıldığında ben neredeyim diyorsunuz. Birkaç sahne beni gerçekten derinden etkilemişti. Nolan’ın payı bunda çok büyüktür. Atom bombası atıldıktan sonra Oppenheimer insanların dolu olduğu bir odaya giriyor ve konuşma gerçekleştirmesi lazım ve o sahnede derin bir sessizlik ve çığlıkların duyulması harikaydı gerçekten. Anı yaşamak dedikleri o olsa gerek. Bir başka sahne ise yargılama esnasında Oppenheimer’ın üzerine soru soranlardan o kadar gitti ki oda yavas yavaş beyaza dönmeye başlıyordu. Evet o sahne CGI kullanılmadan dışarıdan Nolan’ın beyaz ışıkları sayesinde atom bombasının o beyaz yok edici gözleri kör edecek derecede içeri verilmesi sayesinde çekildi. Bundan dolayı Nolan gerçekten işine saygı duyulması gereken harika bir yönetmen. Her detayı ustalıkla ve ince ince dokuyan bir yönetmen.

Sonuç olarak harika bir film ve ustalıkla işlenmiş bir senaryo. Sert ve gerçekçi olmasından dolayı film kendine hayran bıraktırıyor. İzlemenizi ve izlettirmenizi tavsiye ediyorum.

10/9.0

Oppenheimer’ın sözü ile yazımı sonlandırmak istiyorum.


“Şimdi Ölüm Oldum, Dünyaların Yok Edicisi”

NİM

0

acının şükre dönüştüğü yerde
tekinsiz bir kavga bu
sağanak bir döngüde
bir karga düşüyor sese
kargadan adak olmaz
öyle yazıyor
adını bilmediğin mecmualarda
gün sonu acılar düşüyor
yazmakla ölmek arasına
uykusuzluk diyor şairin biri
uykusuzluk
dargın bir zihnin uyanık hali
sonra nasıl oluyor bilmiyorum ama
tanımadığım misafirleri ağırlıyorum yüzümde
bazıları ayaküstü uğrayıp giderken bazıları yatıya kalan acılar bırakıyor

Ayak İzi!

0

Kasım’dan Aralık’a uzanan ayak izi,

Kasım’ın serin rüzgarında hüzünle dans eden yağmur damlaları

Filistin’de özgürlük umuduyla titreyen bir avuç yürek!

Şimdi kara bulutlarla örtülü ve zulmün topraklarıyla yeşermekte

Dünya yeni bir yıla, kapılarını aralamanın utancında!

Umut odur ki, kar taneleri yeniden yeşertecek toprağı,

Her nefes bir kardelen çiçeği

Tarihte yazacak toprağa düşen her bedenin izini

Kadınlar, çocuklar ve daha nicesi soylu bir türküye eşlik edecek…

Abdurrahman KAHRAMAN

GÜL HANIM

0


1.

Gül Hanım’ı gördünüz mü hiç


+Hayır görmedik, hep böyle yapıyorsun
Üstü kapalı anlatıp bizi merakta bırakıyorsun
Hayır görmedik, ama anlatırsan öğreneceğiz

Gül Hanım’ı bir görseniz
Siz artık o eski siz değilsinizdir

En ağır hastalar bile gelirler Gül Hanım’ın elinde iyileşirler
Gül Hanım’ın karşısında
Rahat konuşur kekeleyenler
Rahat konuşanlarsa kekelerler

Gül Hanım hastalanmaz
Gül Hanım üşütmez
Çünkü Allah’ın ateşi yanar içinde

Neden mi Gül Hanım böyle uzun boylu
Tuna’dan içiyor çünkü suyunu

Gül Hanım nerede midir
Gül Hanım her yerdedir
Bebekler bile öylece bakıp gülerken
Gül Hanım’ı görürler

Gül Hanım güzellik artı birdir
A kümesi güzellik, B kümesi iffet, C kümesi temizlik
Gül Hanım ise Evrensel Kümedir


2.

Neden kızlara gül veriyor erkekler, siz ne sandınız?

+Çünkü seviyorlar

Hayır, yanıldınız. Aslında Gül’ün kulağına eğiliyor ve şöyle diyorlar:

Gül Hanım Gül Hanım

Sen ki tüm aşıkların İçişleri Bakanı

Senin ki tüm aşıklara sözün geçer

Gül Hanım Gül Hanım

Gel referans ol bize

Aramızı yap sevdiceğimizle


3.

Gül Hanım’ın ses tellerine konar serçeler

Gül Hanım’la serçeler arasında bir rabıta yok mu sizce de

Sekiyor serçe

İçine Gül Hanım kaçmış, duramıyor yerinde

İlkin

O çocukluk yıllarında çizdiğimiz resimdeki gibi

Dümdüzdü serçeler

Şimdi

Kalp yerine

Gül Hanım girmiştir göğüs kafeslerine


4.

+Sen ne yaptın, dur kendimize gelelim

Gerçekte var mı böyle biri yoksa bize hikaye mi anlattın

Hikayeyse bitir, gerçekse, nasıl görürüz onu, öğret bize bunu

Ömrümüzde bir kere de olsa görelim

Gözümüz gönlümüz şenlensin, ömrümüz bereketlensin


5.

Söyleyeyim… Ama lütfen onu utandırmayın rahatsız etmeyin

Gül Hanım utanırsa

Kızılötesine yön verir

Kızılorduyu harekete geçirir

Gül Hanım’ın yanakları

Bir tavsiye size Gül Hanım’ı görmek için:

Akşamları açar Gül Hanım

Biz her sabah çiğ düştü sanarız ya

Aslında onlar Gül Hanım’ın gözyaşlarıdır

Kime Ağlar Gül Hanım

Kardeşlerine ağlar

Evinin içindeki ve dışındaki

Yakınındaki ve uzaktaki

Hem herkes zaten Gül Hanım’ın kardeşleri

Gül Hanım’ın kardeşten bir ordusu var ki

Yak dese yakar yap dese yapar

Ama Gül Hanım yakmaz

Yakma değil yapmadır onun işi

Tahta kalpleri et yapmadır onun işi

Kime ağlar Gül Hanım

Bosna’ya

Afrika’ya

Kudüs’e

Mekke ve Medine’ye

Bosna, sözlerini unuttuğumuz eski bir şarkı gibi

Afrika üvey evlat sanki

Kudüs’ten yüz çeviriyoruz sanki yüzümüzü ona hiç dönmemişiz gibi…

Mekke’ye bir fetih gerekli

Medine artık Medine değil, yeni adı Yesrib…

O Adam da gitti

Kimsenin yüzünde görünmüyor hasır izi

Ağlıyor Gül Hanım

Utanıyor bu olanlardan ve kızarıyor yanakları

Biz niçin olan bitene hiç ağlamadık

Ne zaman Allah’ı aradık da meşgul çaldı?


6.

Gül Hanım

Efendim

Gördünüz mü

Siz, ben ve bu dizeleri okuyan onca kişi

Şu saniye, tam şimdi

Kimin Aşkı’ndan beti benzi sararıyorsa Güneş’in

Ve kimin Aşkı’ndan yanıyorsa Ateş Böceği’nin Yüreği

İşte O’nun Huzuru’nda Şükür Secdesi’ndeyiz

Ya Rabbim, işte biz, işte ellerimiz

Vesile kim

Vesile sizsiniz

Gül Hanım

Gördünüz mü Efendim

Gül Hanım: Sen beni göklere çıkardın

Efendim siz zaten göklerdeydiniz

Ben sadece bu gerçeği açığa çıkardım

UYARI – MUHTEMEL SENARYOLAR

Her geçen sene bir yenisi çıkan kameraların saniyede yakaladığı kare sayısının artması, aslında yaşananların “bir kareler bütünü” olduğunu gözler önüne seriyor. Alelade çektiğimiz küçük bir kare, günü geldiğinde filmimizin kapak fotoğrafı olabilir. O Gala Gecesi’nde, hayli akışkan, görüntü kalitesi yüksek ve keskin LCD ekranlarda yönetmeni olduğumuz bu filmi izlerken pişmanlık yaşamayalım diye “Prodüksiyon Şirketi’nin Sahibi” tarafından birtakım uyarılar alıyoruz. Pozlama yöntemlerini ve kamera açılarını öğretiyor bize…

Uçurumun başındayız, yer kaygan – yerin kaygan olmasının sebebi belki de daha evvel kirli olan ellerimizi yıkarken yere damlayan sabun damlalarıdır – evet yer kaygan, ha düştük ha düşeceğiz, bir uyarı geliyor bize: “Yapma” diyor “yapma, sen o suyun balığı değilsin, sonra düşer ayağını sırtını kırarsın, yapma, sen mis kokulu bahçelere layıksın, ne işin var bu küflü ve kokuşmuş ortamda? Biz seni bu kadar seviyorken ne diye bizden sırt çeviriyorsun?”
Tabiri caizse dizine yatırıyor bizi, saçlarımızı okşuyor ve anlatmaya başlıyor. Eğer bu uçurumu terk etmezsek senaryonun nasıl devam edeceğini ve filmin nasıl biteceğini bildiği için, filmi ileri sarıyor, eğer bu yoldan dönmezsek filmin nasıl biteceğini görelim ve vazgeçelim diye anlatmaya başlıyor:

1. SENARYO – VASAT ROTA

Ne pozitifsin ne de negatif. Ne sağındasın sayı doğrusunun ne de solunda. Denge noktasındasın ama kararsız denge noktası. Bir kere dengen bozuldu ya, denge konumuna gelmen imkansız artık…

Sıfırsın. Orijindesin, ama bir saat olarak düşünürsek orijini, sen saat 3 yönünde değilsin, saat 9 yönündesin. Sağa değil sola yakınsın. Üfleseler -1 olacaksın. Soruda adı en çok geçen eleman olmana rağmen “değersiz” olmak zoruna gitmiyor mu hiç? Gitmez mi, gidiyor tabi… Sen şimdi -1’i bile kıskanıyorsundur. Öyle ya, onun en azından bir değeri var. Ama sen, sen, üzerine basılıp geçilen ve üzerine basıldığının bile farkında olunmayan karıncalar gibi, tabağın dibinde kalan ve artık haram gözüyle bakılıp çöpe dökülen yemekler gibi, evde beş parasız oturmak gibi, işte oradasın.
Halbuki bıldırcın ve kudret helvası dahil tüm imkanlar, tüm fırsatlar ayağına gelmişti. Halbuki sen bu solgun ışıklı sarı ampulü temizleyip kristal bir avizeye çevirecektin. O ampulü temizlemek için ipekten bir mendil vardı elinde. Ama sen, şehrin en kirli ara sokağının en tenha köşesindeki cılız ışıklı bir sokak lambasının altında oturmayı tercih ettin. Ve otururken altın kirlenmesin diye o ipekten mendili altına serdin. Şehir seni alttan alıyordu halbuki farkında değildin… Evet işte sen, o cılız ışıklı sokak lambasının altında küflü bir yemek yemeyi tercih ettin ve o küflü yemeği yerken sofra bezi olarak kullandın o güzelim ipek mendili… Şehrin kirlenip kirlenmemesi umurunda değildi ki, o küflü yemek boşa gitmesin diye, üzerinden toplayıp yemek için sermiştin o mendili… Midenin hassas olduğunu da biliyordun oysaki, hiç mi tahmin etmedin bu küflü yemeğin seni rahatsız edeceğini?..


“Çölün ortasında yapayalnızsın” diyecektim ama demiyorum. Çölün ortasında değilsin. Sen artık çölün kendisisin.

2. SENARYO – KUMAR BORCU VE İFLAS
“Şu yollardan geçiriliyorsun şu kapıdan giriyorsun” vesaire demek isterdim ama demiyorum çünkü buraların yabancısı değilsin, buraya yeni gelmiyorsun, sen zaten bu çukurun içindeymişsin… İçindeymişsin de yıllarca farkına varamadan yaşamışsın orada… İçindeymişsin de elinde ifritlerin kirli tırnaklarından yapılma bir mum varmış, sözde o mum aydınlatmış yolunu, sonra eriye eriye işte söndü en sonunda. İşte şimdi sana kala kala o ifritlerin tırnaklarının altındaki kirler kaldı.

Dünyadayken ona doğru bile bakmadığın, yüzünü ekşittiğin, o rögar kapağının üzerindeki lağım sineği gelmiş şimdi omzuna konmuş. Bazı vakit de etrafında şöyle bir tur dönüp kutsuyor seni…

“Hani, ateş yok burada, o kadar bahsettiniz, hani nerede o ateş?” diyorsun. “Burada ateş yok zaten” diyorlar, “buraya herkes kendi ateşini getiriyor…” Bunları işitince bir beyin zonklaması tutuyor seni: zonkk zonkk ve bir sinek vızıltısı: vızz vızz ve acı bir farkındalık… Elini birden sol cebine götürüyorsun, o da ne? Bir kor parçası… Sen onca yıl bir kor parçasıyla yaşamışsın da farkına da varamamışsın…

Ne oldu şimdi? Değdi mi gerçekten? Nerede o günaydınlar, merhabalar, buyurun Efendimler? Nerede o beyaz gömlekler, nerede o parlak kunduralar ve nerede o az pişsinler, çok pişsinler…

Sözde çok hâkimdin ya literatüre, hani çapraz şekilde ayak ayak üstüne atıp ellerini birleştirip entel dantel muhabbetler yapardın ya… O muhabbetlerin öznesiydi şu meşhur yazarlar… Niçe kamü dosto falan… Sen tuttun dostoyu örnek aldın kendine… Gittin bir kumarbaz oldun… Bir kumarbaz, Allah’ın varlığına mı yokluğuna mı bahis oynar? Sen gittin Allah’ın yokluğuna bahis oynadın… Senin kumar borcunu kapatacak olan O Zât’ı da inkar ettin… Azîz ve Rahmân ve Rahîm olan O Zât’ı hiçe saydın… Şimdi kim kapatacak kumar borcunu?

3. SENARYO – ASIL OLMASI GEREKEN – ZİYAFETE DAVET

Altın oymalı, sedef işlemeli, yakut ve mercan kaplı bir kapının önündeyiz. İçeri gireceğimizin müjdesini almışız. İçimiz kıpır kıpır. Kuşlar bu sefer içimizde değil, dışımızda uçuşuyorlar; sağ ve sol yanımızdalar, bizi aralarına almışlar.
Sadece müstesna şahsiyetlerin davetli olduğu bu Kutlu Ziyafet’in özel davetlisi olmanın süruru içerisindeyiz. Bu Resepsiyon’a kabul edilmeye layık görüldüğümüz için kendimizi son derece şanslı hissediyoruz. Kapının açılacağını hissediyoruz. Evet, görmüyoruz, hissediyoruz çünkü artık burada madde de yok metafizik de yok. Fiziğin kendisindeyiz. Fizikötesinde değiliz; Fizikteyiz. Kapı aralanıyor, üzerimize beyaz lazerler tutuyorlar. Meğerse Nur’muş onlar. Buraların yabancısıyız. Bu ışıkların etkisiyle ayak parmaklarımızdan tüm kirlerin –maddeye dair her şeyin– akıp gittiğini görüyoruz. Ve kapı açılıyor, karşımızdaki bu büyüklük göz bebeklerimize sığmıyor, ışığın etkisiyle bayılıyoruz. Barok desenli ve ayaklı kadehlere doldurulan “Kevser” adlı Havuz’dan alınan bir suyu bize içiriyorlar. Öylesine ferahlatıcı ve öylesine yoğun ki hepsini bitiremiyoruz. Görevliler, elmas işlemeli bıçak benzeri fakat canımızı hiç mi hiç acıtmayan bir aletle göğüs kafesimizi ikiye ayırıyorlar. Bardağın geri kalan kısmını ellerine döküp o suyla kalbimizi yıkıyorlar ve göğüs kafesimizin içine kıpkırmızı bir gül yerleştiriyorlar. İçimizde bir gül ile içeri giriyoruz. İçerisi nasıl mı? Ben şu kadarını söyleyeyim: İçerisi Şampiyonlar Ligi… Üçler, Yediler, Kırklar, hepsi buradalar. Sağlı sollu oturmuş bizi bekliyorlar.

En önemlisi, simsiyah saçları ve simsiyah gözleriyle, ayı ikiye ayıran Adam –adam gibi Adam– da orada… Bizi görür görmez tebessüm edip yanımıza doğru yürüyor (Kalp dayanır mı buna? Dayanmaz. Ama kalp yok artık göğüs kafesimizde; gül var, kıpkırmızı bir gül). Bizi kucaklamak istermişçesine kollarını açmış geliyor, hemen koşup sarılıyoruz… “Nerde kaldınız” diyor, “ben de sizi bekliyordum, çok özledim sizi…” Çağıldayan Irmak’tan yüzümüze değen su damlalarının ferahlığı eşliğinde soru yağmuruna tutuyoruz O’nu. Zorlu yıllar, Ceng’ler, açlık, susuzluk, yalnızlık, hepsini anlatıyor… İçimizden biri çıkıp yıllardır merak ettiği o soruyu soruyor:

“Kurban Olduğum, Taif’te canın çok yandı mı?”

Öyle mutluyuz öyle mutluyuz ki yemek yemek aklımıza bile gelmiyor. Zaten bizim asıl gâyemiz, oturup yemek yemekten ziyade;  tabiri caizse Dünya’yı, Ay’ı, Güneş’i, Venüs’ü, Jüpiter’i, Neptün’ü, Uranüs’ü, Satürn’ü ve milyarlarca gezegeni elinde tespih tanesi gibi çeviren Yüce Zât’ın Sofrası’na kabul edilme şerefine ermektir. Evet, yegâne gâyemiz bu Kutlu Resepsiyon’a davetli olma ve bizim için özel davet kartı basılma şerefine nail olmaktır.


Gezegenleri elinde döndüren O Zât’ın, bir de Yüzü’nü size doğru döndürdüğünü düşünür müsünüz?


İşte, isteriz ki filmimiz böyle bitsin, isteriz ki hepimizin payına 3. Senaryo düşsün. İsteriz ki hepimiz bu Kutlu Ziyafet’in özel davetlileri olalım ve hepimizin adına özel davet kartı basılsın…
Ben isterim ki sizlerle o Yüce Sofra’da oturalım ve bu yazıyı size orada da okuyayım…
Elimizde 4K 60FPS çekim yapabilen en kaliteli kamera var. Gelin güzel bir film çekelim, hatalı kamera açılarını artık geride bırakıp, yanlış pozlamaları tek bir tuşla silip, şu kameranın hakkını verelim de, Gala Gecesi’nde filmimiz çok mu çok beğenilsin.  Gelin, adımıza özel davet kartı basılsın…

Karpuz Dilimi

0

İnsanlığa bir umuttu her sözüm

Her ölümle yaşlandı bir gözüm

Her çocuğa kaygılandı bir özüm

Her savaşta kanlandı gökyüzüm

Kalplerinde kalmadı bir hüzün

Ölen çocuklara bakamayan bir yüzüm

Kanla kaplı bedenlere karla kaplı bir güzüm

Zalimlere uğramalı dokunaklı bir ölüm

Çocukların dünyasında olmamalı hiç zulüm

Allah’ın Şahitliğine Sığınmanın Dayanılmaz Hafifliği

0

Koyu ve yıllanmış bir renge,

Şahitlik etmek için her şey…

Hakikatli yaşamak

Tığ ile acıyı nakşetmek gibi

İçimde ayaksız bir at

Yorgun ve perişan

Çaresizlikten bir yatak çatlamış göğsümüzde

“Kara gözlerinle konuştuğun dili çözdüm”

Çözdüm…

At o ırmakta bir damla olup

Allah’ın takdirine teslim oldu

Nuh’un gemisindeyken müminler

Nasıl ki birleştirildiyse yerdeki ve göktekiler

Camdaki o iki damla da…

Her damla kendi yatağında akarken usul usul

Kimi yarış zannedecek

Kiminin bu koşuştan haberi bile olmayacak

Ama Allah…

Öyle ya da böyle

Bütün suları takdir edildiği şekilde birleştirecek…

Irmakların denize kavuştuğu ana şahit kılacak…

Tüm bunlar,

Koyu ve yıllanmış bir renge şahitlik etmek için mi…?

Koyu ve yıllanmış bir renge boyamak için gözbebeklerimi

Aklımın dudaklarını okumadım…

Sesini duydum

Ama dudaklarını okumadım…

Sessiz ve narin

Karlı bir seslenişle çırpındıktan sonra

Kucaklıyorum işte öylece…

Olmuş ve olabilecek her şeyi…

Yaşamanın eşiğinde durmak

Yaşamak ile izlemek arasındaki çizgide…

Deneyerek var olmak ile

Tecrübenin bilgeliğine vefa göstermek arasındaki arafta kalmak…

Kafesin kilidi üstünde

Ellerim ve ayaklarım emrimde

Ama benliğim esaret altında

O rüyayı iyi okuyamamamın bedeli tüm bunlar

Aklımın dudaklarını okuyamamamın bedeli…

Allah çok latif

Ama ben bazen okumayı unutuyorum işte

Şimdi ise farkındayım

Dört kolla sarıldığım yaralarım

İyileşsin diye dua ediyorum artık

Bu kabusu iyi okumalıyım

İdrak etmeli

Ve hayır diyebilmeliyim

Bir adım atmalıyım

Köpeklerin uyanmasından korkmadan

Gökyüzünü izlemeliyim…

Sonra bir adım atmalıyım

Toprağı ayaklarımda

Rüzgarı yüzümde

Gökyüzünü içimde hissederek

O lambanın altında durmalıyım…

Evet evet

Geometriye dair tek bilgimi

Ümitsizliğe düşmenin eşiğinde kullanmalıyım

Bir noktadan sonsuz doğru geçer

Bazı yaralar iyileştirmek için açılır

Bir ilk yardım bilgisidir

Teçhizat yetersizse

Bıçak saplandığı yerde durmalıdır…

Artık acı çekme pahasına o hançeri tutup kaldırdım ellerimle

Akıttım ne kadar yük taşıyorsam

Allah o iki harfi tül gibi gezdirerek yüreğimde

Sakince uyandırdı ilkbaharı…

Şimdi

O ılık yağmur yağıyor…

Ve bereketli bir toprak olmaya yürüyor özüm…

HİCRAN

0

bir dağın yamacın da bir deli adam

eli titrek gönlü pörtlek bekleye duruyordu

ne bekliyordu geminin batışını mı?

yoksa  koyunların kurda kapılışını mı?

kasırga koptu kopacak dilden yamaca düşen koyunlar

haykırdılar son kelimelerini istemeden;

sabır, hüzün, bekleyiş ve karanlık…

bir korkuyla uyanıverdi deli adam

taktı mebus şapkasını kafasına

oturdu her gün çarşıyı seyrettiği balkona

tam o anda dudaklarında belirsiz bir inilti

yasak yemişler, yasak görüşmeler

çarşıya inemiyorum, karışmıyorum gölgelerinize

izi kalmaz düzenin adamları bakmıyorum suratınıza

dinlemem sizin o can yakıcı emrivaki sözlerinizi

tutmam sözümü sevmem artık seveni.

bir hışımla uyanıverdi deli adam

oysa ki her hayal kırıklıkları

o iniltiler, haykırışlar, anılar bir hiçti her biri.

silinen bir hafızada aradı tutunacak bir yer

hatırasız, hafızasız, renksiz bir yer

yüz karası değil bu yaşadıklarım gönül yarası.

EMİR ÇAMURDAŞ

MEYUS BAYTAR

0

bahçeler örüyoruz sığınaklarımıza

bir el yetiyor

kökünden söküp almaya ektiğimizi

bu sesler şimdi

hangi bahçeye bilmediği bir ezgiyi fısıldıyor

vakit koca bir gece yarısı

sabah henüz bilmediği bir aydınlığa

emanet

baytar da biliyor

bütün atların aynı acıya nallandığını

Kültür Emperyalizmi Bağlamında Hollywood Sektörü

Sinema bir görsel aktarım biçimi olarak günümüzün en büyük anlatısına sahiptir. Kültürel emperyalizminin destekleyicilerinden biri olan bu sektör bazı devletler için yumuşak güç faktörü olarak yer almaktadır. Bu devletlerden biri de Amerika Birleşik Devletleri’dir. Yüz yılı aşkın bir zaman diliminde bu sektörde liderliğini devam ettiren Amerika, hala bu alanda kimseye birincilik unvanını vermemektedir.

Bu bağlamda öncelikle ele alınması gereken kavram “kültür”dür. Eğer bir toplumu, savaş veya sömürgecilik faaliyetleri ile yenemeyecekseniz bunu kültür eksenli yapmanız gerecektir. Bu konunun en büyük örneğini ise Amerika’da görmekteyiz. Film, dizi, belgesel ve dijital platformlarıyla bunun liderliğini yaparak diğer ülkelere bu kültürel ürünleri başarılı şekilde satmaktadır.  Bir toplumun değer yargılarını, örf adet ve geleneklerini kökünden bir değişime tabii tutmak isterseniz öncelikle kültürel bir erozyona uğratmanız gerekmektedir. Bu duruma birçok örnek verilebilir. Netflix platformu bunu çok iyi şekilde başarmaktadır. Platform, vermek istediği mesajı film veya dizileri içerisine yerleştirerek izleyicileri adeta bir manipülasyona maruz bırakmaktadır. Bu platform günümüzde dünya internet verisinin %17’sine sahiptir. Yani bu platforma pastadan ne kadar büyük bir pay düştüğünü ve ne kadar büyük bir sermayesinin olduğunu düşünmek hayal değildir.

Günümüzde teknolojinin hızlı bir şekilde ilerlemesi kitle iletişim araçlarının önemini arttırmıştır. Radyo, televizyon, sinema gibi sektörler büyük adımlar atmıştır. Telefonlarımızda yer alan uygulamalar istediğimiz yerde film ve dizi izleme imkânı sağlamaktadır. Bu tür kolaylıklar insanların sorgulama yetilerinin körelmesine neden olmaktadır. Hızlı tüketim toplumunda bizlere diziler ve filmler yetmez duruma geldi hatta bir gecede bütün bir sezonun bölümlerini izler hale geldik. Bir filmin içine konulan ürün yerleştirme sayesinde markalar kârlarını daha çok artırır hale geldi. Filmlerde gördüğümüz müzikleri sevmediğimiz halde müzik listelerimize ekler olduk. Bu dayatmalarla sektör, başarılarının farkına varmış ve bu alana daha çok yatırım yapmaya başlamıştır. Özellikle Netflix platformu Türkiye’de büyük bir beklenti içerisine girdiğinden peş peşe dizi projeleri yayınlamaya başlamıştır. Koronavirüs sürecinde kârını artıran Netflix daha çok üye kazanır duruma gelmiştir. Böylece daha önce bahsettiğimiz kültürel erozyon başlamıştır. Kültürel kodlarda var olmayan durumlar özenir hale getirilmektedir. Bu durumdan en çok etkilenen kitle ise gençlerdir. Hollywood sektörü, Amerika sanayisinin görünmeyen dişillilerinin en temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Propaganda aracı olarak Hollywood sektörü büyük kâr marjına sahiptir. Sektör yıllık 100 milyar dolar gibi büyük gelir elde etmektedir. Diğer ülkelere sattığı film, reklam ve ürünlerden çok para kazanmaktadır. Buna en güzel örnek olarak Star Wars serisi örnek verilebilir. Filmin hayranları filmdeki karakterlere, Star Wars’un simgelerinden ışın kılıçlarına, filmdeki uzay araçlarına ait oyuncaklara, maskelere ve legolara büyük ilgi duymaktadır. Bu duruma bir de elektronik oyunlar, TV hakları ve lisans gelirleri de eklenince filmin yaratması beklenen ekonomi 9,6 milyar dolara ulaşmaktadır. Örnekte görüldüğü gibi sadece bir filmin nasıl büyük bir pazar payı oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Propagandanın tanımına bakacak olursak; propaganda, belli bir fikir ve davranışın kökenini, bununla ilgili çıkarı, kullandığı yöntemleri, yaymak istediği içeriği ve benimseyenlerin karşılayacağı sonuçları göz önünde tutarak, bu hususlardan birini, bir kaçını veya hepsini gözetmek suretiyle onu yayma ve kabul ettirme gayretidir.

Hollywood sektörü en iyi propaganda araçlarına sahiptir. Gösterişli evler, arabalar ve özendirici aktörlerin hayatları ekranlarda gösterildiğinde kitle tarafından tüm bunlara sahip olma dürtüsüne neden olmaktadır. Tüm bu faktörler, aslında izleyicilere sübliminal bir şekilde aktarılmaktadır. Verilen propagandanın doğru olup olmaması da önemli değildir. Doğruyu vermek zorunda olmayan propaganda izleyicilere yanlış bilgiler vererek izleyicileri kendi doğrularına yönlendiriyor olabilir. Bu duruma bir örnek verilebilir: Amerika, Vietnam Savaşı’nda hem ekonomik hem de askerlerin ölümü sebebiyle büyük kayıplara uğramıştır. Büyük bir çöküntüye giren Amerika Birleşik Devletleri çareyi Hollywood sektörüne çektirdiği filmlerde bulmuştur. Rambo filminde Vietnam Savaşı kaybedilmesine rağmen, kendini savaşın galibi olarak gösterip kendi kamuoyunda aklamaya çalışması bu durumu açıklayan en iyi örneklerden biri olabilir.

Sektörü elinde tutan medya kuruluşları da önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Amerika topraklarından büyük öneme sahip olan “locafaaliyetleri” bu sektörün can damarını oluşturmaktadır. Büyük şirketlerin bu faaliyetleri fonladığını düşünmek yanlış olmamaktadır. Yahudi locaları özellikle bu alanda çok büyük bir etkiye sahiptir. Filmlerde, dizilerde veya II. Dünya Savaşı temalı filmlerde Holokost içerikli bir senaryo görmemek mümkün değildir.

Bu fikri destekleyecek bir anekdota yer verelim. Orgeneral Kemal Yavuz’un Amerikalı bir generalle yaptığı bir konuşmada “İsrail’in Ortadoğu politikaları ile ilgili eleştirilerinizde tamamen haklısınız. Ama ABD’nin bu konudaki bir gerçeğini de bilmelisiniz. Amerika’da devlette ve hatta özel sektörde hiç kimse, Başkan dâhil, İsrail’in politikalarını körü körüne desteklemedikçe sandalyesinde kalamaz. Çünkü Amerika’da insanları yöneten iki güç odağı mevcuttur; paranın ve medyanın (yazılı ve görsel basın ve sinema) patronları. Bu iki güç odağı da Yahudilerin elindedir”. Anlaşıldığı gibi Amerika topraklarında büyük bir güce sahip olan Yahudiler loca faaliyetlerinden geri kalmayıp sektörü ellerinde tutarak sektörün liderliğini sürdürmektedirler.

Sonuç olarak, kültürel emperyalizm bireylerin öz kültürünü dezenformasyona uğratarak gelecek nesillerin sosyolojik olarak kendi benliklerini kaybedeceği bir duruma yol açacaktır. Bu konuda bireylere düşen görev ise durumun ehemmiyetinin farkında olmalarıdır.