Rus edebiyatının en büyük isimlerinden Tolstoy’un hikâyesi bu. Sadece Rus edebiyatının sınırları içinde kalmamış dünya edebiyatına, bütün bir insanlığa mal olmuş bir isim L.N Tolstoy.
Bu hikâye sadece onun yaşamöyküsü değil, bizim de yaşamöykümüz olabilir. Bir ilişkinin sonuna geldiğimizi ne zaman anlarız. Bir ilişkiye başlamamız gerektiğini ne zaman hissederiz. Bir şeylerin sonu yeni hayatların başlangıcı, bazı başlangıçlar da daha önceki hayatların sonu oluyordur. Bu başlangıç sonlar arasında gidip geliyor ve ömür sermayemizi bu iki diş arasında yaşayamaya çalışıyoruz.
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Cümlesiyle başlar L.N. Tolstoy’un ölümsüz eseri Anna Karenina. Mutlu olan veya mutlu olduğunu düşündüğümüz, mutluymuş gibi yapan aileler ve bireyler birbirlerine benzer. Ama mutsuzluğun kendine özgü bir hali vardır. Başka bir şeye benzemez. Bir bireyin ve ailenin de mutsuzluğu bir başka bireyin ve ailenin mutsuzluğuna benzemez. Zira mutsuzluğumuz kendimize dair birçok iz barındırır. Ne olduğumuz, kim olduğumuz veya kim olamadığımız ne olamadığımızın ipuçlarını barındırır. Mutsuzluğumuz bizim karakutumuzdur bir bakıma. Bir insan yıllarca aynı yastığa baş koyduğu insanı neden terk eder veya terk etmek zorunda kalır? Bir insan gitti mi, kaldı mı, terk mi edildi, terk mi etti? Sorularından daha önemli bir şey varsa da “niçin” sorusudur. Alınan bütün ayrılık veya birleşme kararlarında bu karar niye alındı diye düşünmek ve o sır perdesini aralayıp sahnede bize gösterilenin ardına bakmak ve olanları, kişileri anlamaya çalışmak bizi daha yüce bir insan yapar. Biz de hayatta böyle kararlar aldığımızda bazen bir pusula gibi bize yön gösterir büyük insanların yaşadıkları ve yaşadıkları karşısında verdikleri tepkiler. En azından bir fikrimiz olur birçok konu hakkında. Bir insan her şeyi yaşamaya ömrü yetmeyebilir. Bazı olayları kendisi birebir yaşayamayabilir ama en azından her konuda bir fikri ve duruşu olmalı insanın. Gelin L.N. Tolstoy’un ne yaptığına nasıl davrandığına bakalım.
L.N Tolstoy’un eşini terk etmeden önce eşine bıraktığı mektupta şu ifadeler yer alır:
“Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim.(…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.(…)
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırk sekiz yıllık yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Saşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”
L.N. Tolstoy’un nasıl bir kişi olduğuna dair bu mektuptan alınan parçadan birçok anlam çıkarabiliriz. Bir insanın gerçek yüzünü ayrılık zamanlarında görebiliriz. Ayrılık zamanında insanlar eteklerindeki bütün taşları dökerler. Bugüne kadar o etekte ne toplamışlarsa onlar dökülür tabii ki haliyle. L.N. Tolstoy’un bu mektubundaki naifliği karakteri hakkında bize birçok ipucu veriyor. Kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden, amansızca saldırmadan, yaşanan her şey için teşekkür ederek ve daha çok incitmemeye özen göstererek yollarını ayırmaya çalışıyor L.N. Tolstoy.
“KARIM BOYNUMA ASILMIŞ BİR DEĞİRMEN TAŞI!”
“Böyle yaşayamayacağımı ve yaşamak da istemediğimi bir anlasalar artık, özel giysili uşaklarla çevrilmiş, gümüş tabaklar içerisinde dört türlü yemek ve bütün bu gibi gereksiz şeylerle ve başkaları kendileri için en gerekli şeyleri bile bulamadıkları hâlde… Oysa hepsi onlardan bir tek fedakârlık beklediğimi biliyor: Yalnızca lüksten vazgeçmelerini, Tanrı’nın, insanların arasında egemen olmasını istediği eşitliğe karşı işlenmiş korkunç bir günahtan başka bir şey olmayan şu lüksten vazgeçmelerini istiyorum sadece. Ne yazık ki, yatağımı ve hayatımı paylaşan karım, düşüncelerimi de aynı şekilde paylaşacak yerde onlara düşman kesiliyor. Boynuma asılmış bir değirmen taşı o, beni sahte ve yalancı bir hayata sürükleyen ve vicdanıma yük olan bir ağırlık. Elimi kolumu bağladıkları bu bağları çoktan kesip atmalıydım. Onlarla ne alışverişim var artık benim? Onlar benim hayatımı bozuyorlar, ben de onlarınkini; hiçbir yararı olmayan biriyim ben burada.”
Gösterişten, lüksten, israftan kaçıp sade bir hayat sürmek istemektedir L.N. Tolstoy. Bu düşüncesini, hissini nasıl ifade ediyor peki? Kendi evinde bile kendini o evin sahibi ve karar merci olarak görmüyor. Eşi ve çocuklarıyla amansız bir kavgaya, mücadeleye girmektense ki ne onların düzelebileceğine ne de kendisinin onların bu yaşayış şekline tahammül edemeyeceğini biliyor olduğu evi ve eşini terk ediyor veya terk etmek zorunda kalıyor.
Ayrılık sebebi her ne olursa olsun üslup çok önemlidir. Ne yaptığın değil nasıl yaptığın daha önemlidir. Yıllar sonra yaptığın işle olmasa da o işi nasıl yaptığın veya hayatta ne yaşadığın değil nasıl yaşadığınla anılırsın. Yıllar sonra kimi sevdiğin değil, nasıl sevdiğin ve nasıl ayrıldığınla hatırlanırsın.
Bir gün bir yeri veya bir insanı terk etmek zorunda kalırsak nasıl davranırız, ne gibi tepkilerde bulunuruz? Bu soru kafamda dönüp duruyor. Ama ayrılacağımız kişiye ve yere göre tepkimiz değişir dediğinizi duyar gibiyim. Evet, belki haklısınızdır bir parça ama biz her zaman için yere, zamana, kişilere göre değişmeyen yönlerimiz yok mudur?
L.N. Tolstoy evden çıkıp gidiyor ama terk eden o değildir sanki terk edilendir giden kendisi olduğu hâlde. Her zaman sadece yola çıkan, uzaklaşan insan terk etmez bizi. Biz de terk etmiş oluruz kendisi kaldığımız gitmediğimiz yerden. Gitmek mi zor kalmak mı zor muhabbetine girmeyeceğim. Zor olan ne gideni anlamak ne de niçin burada kaldığını anlamamak. Bazen de ne giden ne de kalan olamamaktır zor olan. Sessiz bir protestodur L.N. Tolstoy’un gidişi. Herkesi değiştirmeye çalışmak ve başaramamak yerine kendini onlar arasından ayıklayıp kendini daha iyi hissedebileceği yerlere gitmek.
L.N. Tolstoy iki kez evinden kaçar ama aile bağları ağır bastığı için geri döner. Stefan Zweig, Tolstoy’un yaşadığı çelişkiyi şu şekilde açıklar:
“İki defa evden kaçtı ve her ikisinde de geri döndü, çünkü allak bullak olan karısının intihar edebileceği düşüncesi, onun bütün gücünü felce uğratıyordu; soyut fikirleri uğruna bir tek insani varlığı bile feda etmeye karar veremiyordu. Çocuklarıyla bozuşmaktansa ve karısını ölüme itmektense, sadece maddi dünyaya bağlı bir topluluğun ezici damı altında inleyerek kalmayı ve buna katlanmayı tercih ediyordu; umutsuzca savaşıyor ama birtakım şiddetli hareketlerle ailesini yaralamayacak kadar insanca bir davranışla, bazı önemli sorunlarda, her zaman boyun eğiyor ve başkalarına acı vermektense kendi acı çekmeyi tercih ediyordu.”
Başkalarına acı vermektense kendinin acı çekmesi ne kadar soylu bir davranış olsa da hepimizin dayanabileceği bir sınır vardır. O sınır aşıldığında verdiğimiz tepki ise gerçek kişiliğimizi ortaya çıkarır. L.N. Tolstoy gitmeyi seçiyor. Biz olsak neyi seçer hangi yollara sapardık? İşte bu sorulara vereceğimiz cevap benliğimizin derinliklerinde sahip olduğumuz halde farkında olmadığımız gün ışığı görmemiş hislerimizi ortaya çıkarmak için bir kıvılcımdır. Benliğimizin kuytu köşelerini aydınlatmak ve kendimizi keşfetmek için.
L.N. Tolstoy gittiği yerde de tam olarak kendini rahat hissetmediğine tanık oluyoruz şu ifadelerden:
“Ama burada, bu sığınakta da kendini rahat hissetmiyor; tanınacağından, izleneceğinden, yakalanacağından ve kaçtığı o karışık ve sahte hayata tekrar geri götürüleceğinden korkuyor. 31 Ekim’de, sabahın dördünde birdenbire kızını uyandırıyor ve daha uzağa, nereye olursa olsun, Bulgaristan’a, Kafkasya’ya, yabancı ülkelere, insanların, şan ve ünün artık kendisine ulaşamayacağı, sonunda yalnız kalabileceği, kendini ve Tanrı’yı bulacağı yerlere gitmek için ısrar ediyor. (…)
Huzursuz ve huzuru arayan ruhların huzuru bulduğu bulabileceği ortak bir nokta var mıdır?
Böyle bir nokta varsa dünyanın neresinde yer alırdı? Böyle bir yer yoksa da böyle bir yer nasıl meydana getirilebilir? Sorular böylece uzayıp gider. Cevap ise huzursuz ruhlarda saklı.
KAYNAKÇA
(Sofiya Tolstoy’un Güncesi, Düşün Yayınevi)
(Dünya Fikir Mimarları, Cilt III, Stefan Zweig, İş Bankası Yayınları)
Bu konuda izlenmesi tavsiye edilen film
Aşkın Son Mevsimi
The Last Station0