1954 yılında Eskişehir’de doğdu. Türk Dili ve edebiyatı alanında yüksek öğrenim gördü. Muhtelif okullarda öğretmenlik yaptı. Yazı hayatı, 1976’da Mavera dergisinde başladı. O tarihten bugüne yazmaya devam ediyor. Şiir, deneme, biyografi, masal türlerinde yayımlanmış eserleri bulunmaktadır. Son yıllarda ağırlıklı olarak Yunus Emre, Mevlana, Nasreddin Hoca ve yakın dönemden Mehmet Akif üzerine yazılar yazmakta ve konuşmalar yapmaktadır.
1.Öncelikle nasılsınız?
Çok teşekkür ederim. İyiyim şükür. Bu soruya her zaman olumlu cevap vermeliyiz. Zira biriyle yahut birileriyle konuşabilmek bile tek başına şükür sebebimiz olmalıdır. Çünkü konuşarak birbirimiz anlayabiliriz. Bu bireyselliğin hâkim olduğu bir çağda son derece önemli bir duruma tekabül ediyor.
2.Mustafa Özçelik’in genç yanını merak ediyoruz. O dönemler neler yapmıştır?
Mustafa Özçelik, fiziksel manada genç sayıldığı yıllarda kitaplarla hazır neşirdi. Çokça okurdu. Okumak, peşinden yazmayı getirdi. Okumak da yazmak da insanın kendini, hayatı, varoluşu, aşkı, ölüm vb. anlama konusunda neredeyse tek imkânımızdır. Eğer bu okumalarla böyle bir imkâna sahip olabilmişsek biz her zaman “genç”iz demektir. Mustafa Özçelik de kendini her zaman böyle hissetmektedir. Çünkü okumaya, düşünmeye ve yazmaya devam etmektedir.
3. Tarihi büyüklerimizden Nasreddin Hoca’ya özel bir önem veriyorsunuz. En son Akşehir’de Nasreddin Hoca anmalarındaydınız. Sizce Türk İslam Kültürünün bir büyüğü olan Nasrettin Hoca toplum tarafından neden din adamı ya da hoca yanıyla değil de fıkralarıyla tanınıyor?
Tarihi büyüklerimizi gerçek kimlikleriyle tanımak konusunda ortada ciddi problemlerimiz var. Maalesef Nasreddin Hocamızı da doğru tanımıyor/tanıtmıyoruz. Onu bir kasaba komedyeni bir fıkra imalatçısı gibi görüyoruz. Evet, N. Hoca bir mizah insandır ama onun mizahı bizi sadece güldüren bir mizah değil düşündürüp ders veren bir mizahtır. Adı üzerinde “hoca” olan birinin zaten başka türlü davranması da beklenemezdi. Fakat modern algı, hocamızın bu tarafını ısrarla örtmeye çalışıyor. Hem onunla ilgili yazdığım kitaplarda hem de yaptığım konuşmalarda onun asli kimliği olan ”hocalık” tarafını ortaya koymaya çalışıyorum. Zira ondan ancak böyle bir yaklaşımla faydalanabiliriz.
4. Nasrettin Hoca’nın öğütleri evrenselken hocayı anma ve hatırlatma konusunda bu görevin yalnızca Akşehir tarından üstlenilmiş olması hepimizin suçu değil midir? Türk yazarları bu konuda yetersiz kalmadılar mı? Daha çok çocuk kitaplarında anılan bir isim olması acı değil midir?
Nasreddin Hocamızı anma etkinliklerinde Akşehir’in öne çıkması çok tabiidir. Zira bu güzel ilçe onun gençlik döneminde gelip yerleştiği, vefatına kadar hayatını geçirdiği ve türbesinin bulunduğu bir yer. Ama hocamız hem milli hem evrensel bir şahsiyet olduğu için onun herkes tarafından anılması, fıkralarındaki mesajların doğru anlaşılması gerekir. Zira hem tebessüme hem de tefekküre çokça ihtiyaç olan bir çağda yaşıyoruz. Dini, felsefi, tasavvufi muhtevası olan fıkraların kahramanı hocamızı sadece çocuklara hitap eden bir güldürü kahramanı olarak tanıtmak çok büyük bir hatadır.
5. Hakkında sıkça yazdığınız ve konuştuğunuz bir başka değerimiz ise Yunus Emre. Şiirde ve özellikle Yunus Emre’de sizi fıtrata çağıran şey nedir?
Yunus Emre de Nasreddin Hocamız gibi kültürümüzün en önemli temsilcidir. Nasreddin Hoca’da fıkra nasıl insanların varlığı anlama konusunda önemli bir araç ise Yunus Emre’de bu durum şiirle gerçekleşir. Ben, Yunus Emre ile çocuk yaşlarımda tanıştım. Hakikat, iyi, güzel, doğru adına ne varsa ondan öğrendim. Çünkü o bizim hikâyemizi doğumla değil yaratılışla başlatır. Bizi sizin de dediğiniz gibi fıtrata çağırır. Bu çağrı insanlığımız hatırlamak, bu dünya neden geldiğimiz sürekli hatırda tutmak demektir. Eğer biz, toplum olarak şiire hayatımızda özel ve önemli bir yer verirsek ve bunun da en önemli ismi olan Yunus Emre’yi okuyup çağrısına kulak verebilirsek emin olun çok farklı insanlar haline geliriz. Daha erdemli ve güzel insanlar oluruz. Bu güzellik dalga dalga bütün topluma yayılır. Birlik, dirlik, kardeşlik, sevgi ve güzellik içinde bir dünya kurabilmenin yolu bence Yunus Emre’yi tanımak ve anlamaktan geçmektedir. Çünkü o bizi fıtrata, hakikate hayra, iyiliğe çağırmaktadır.
6. Genç adam, genç kadın Bizim Yunus ile tanışık mı?
Bu soru çok önemli. Zira nesiller arasında duygu ve düşünce birliği kültür aktarımı ile gerçekleşir. Bunu da Yunus Emre gibi isimler sağlar. Ne var ki onunla tanışma konusunda sorunlarımız var. Nasreddin Hoca’yı nasıl sadece bir “komedyen” olarak görüyorsak Yunus Emre’yi de “halk ozanı” olarak görüyoruz. Daha doğrusu böyle görmemizi isteyenler var. Bu yüzden asıl çağrısı “Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/Sevelim sevelim/Dünya kimseye kalmaz” diyen Yunus Emremizi gençlerimizle tanıştırmamız, buluşturmamız gerekiyor. Gençler, henüz tam olarak bozulmamış fıtratlarıyla aslında Yunus’la buluşmakta zorlanmazlar. Ne var ki bizim bu buluşmayı/tanışmayı sağlamız konusunda gayret etmemiz gerekmektedir. Mesela “Yunus Emre okumaları” her ilimizde yapılmalı ve bütün bir ülkede ortak bir değerler iklimi oluşturmalıyız. Özellikle de çok kültürlülüğün hakim olduğu Mardin’e bu tür okumalar çok yakışacaktır.
7. “Eğer şiir adına nefsin fısıltılarını yazıyorsak bu tehlikeli bir durumdur” sözünüzden yola çıkarak sormak istiyoruz; nefsimizi ön plana çıkardığımız her işe böyle mi yaklaşmalıyız?
Şiirin “ilham”la yazıldığına inanan bir şairim. İlhamın kaynağı ise ya ilahidir ya nefsanidir. Şair, şiirini buna göre yazar/söyler. Birinde hakikatin, iyi ve güzel olanın sözcüsü olur, diğerinde ise nefsinin kulu, kölesi olarak insanları yalana, yanlışa, fesada sürükleyen sözler söyler. Bu yüzden nefs konusunda hem şairler hem de hepimiz çok dikkatli olmalıyız. Onun bizim söz ve davranışlarımıza hâkim olmasının önüne geçmeliyiz. Nefsimizi ön plana çıkardığımız hiçbir söz ve davranış ne sahibine ne da başkalarına fayda vermez.
8. Öyle bir vakitte yaşıyoruz ki her an haddi aşmanın eşiğinde gibiyiz. İnsanoğlu haddi aştığını anladığı an nasıl toparlanmalı?
Az önce fıtrata dönmekten söz etmiştik. Yol budur. Fıtrata dönmek. İnsan olmak, bu dünyada niçin var olduğunuzun manası üzerinde düşünmek ve buna göre hareket etmek gerekir. Biz, başıboş ve anlamsız olarak yaratılmadık. Dünya, bizim için bir eğitim, olgunlaşma ve imtihan yeridir. Böyle bir yerde kuralsız, ilkesiz yaşanamaz. Bizi yaratan bu sebeple kurallar koymuş, doğru olanla olmayanın alanlarını belirlemiştir. Kişi, yaratılış gerçeğine göre hareket ederse sorun yoktur ana haddi aşarsa her şeyden önce yaratılış gayesini insan ve ona ihanet etmiş olur. Bu da hem ferdi hem toplumsal felaketlerin başlangıcı demektir. Toparlanmanın yolu ise hakikate teslimiyettir.
9. “Savaşta Fatih’i kaybetmek neyse kültürde Fuzuli’yi kaybetmek odur”un manası nedir?
Bir milletin siyasi, askeri, kültürel vb. her alanda kahramanları yahut öncüleri, rehberleri vardır. Bir millet, onlar sayesinde yeryüzünde var olur ve olduktan sonra da bekasını onlarla sağlar. Onlar her zaman için önümüzde ışık olurlar. Geçmiş, bugüne ve geleceğe onlarla bağlanır. Millet hayatındaki devamlılık bu şekilde gerçekleşir. Fatih askeri ve siyasi manada ne kadar önemliyse kültürde, sanatta da Fuzuli ya da onun gibi olan büyüklerimiz o kadar önemlidir. Büyük kahramanları olmayan yahut bunları yetiştiremeyen milletler varlıklarını devam ettiremezler. O yüzden hem geçmişteki büyüklerimizi bugün de bilinir, tanınır hale getirerek gençlerimize ruh vermek hem de şimdiki gençlerden Fatihler, Fuzuliler, Mimar Sinanlar, Itriler, Fut Sezginler, Nurettin Topçular yetiştirmek zorundayız. Bilhassa bu ikincisi bugün için daha fazla önem taşımaktadır. Zira ilimde, kültürde, sanatta vb. her alanda “kahraman”lara ihtiyacımız çok fazladır. İnsan yapımız buna müsaittir. Fakat bu imkanın iyi değerlendirilmesi, gençlerimizin önlerinin açılması, yetişmeleri için onlara fırsat verilmesi gerekir.
10. Aynı zamanda size bir eğitimci olmanız münasebetiyle sormak istiyoruz: Günümüz eğitim ve terbiye anlayışı; çocuğun çok üstünde bir kuvvetle “hayatı dikte” etmesine mi dayanıyor?
Eğitim, maalesef bizim en problemli alanımız. Çocuklarımızı fıtrata uygun değerlerle, anlayışla, yöntemle ne yazık ki yetiştiremiyoruz. Bu alanda çok ciddi sorunlar yaşamaya devam ediyoruz. Her şeyden önce nasıl bir insan yetiştireceğimize dair sağlıklı şekilde tespit edilmiş bir eğitim politikamız maalesef yok. Tanzimattan bu yana bu sorunları ciddi manada yaşıyoruz ve nesillerimizi kaybediyoruz. Her şeyden önce bunun sorumlusu eğitimi şekillendiren “pozitivist” anlayıştır. Eğitim anlayışımızı tarihimizden, inanç dünyamızdan, kendi kültürümüzden hareketle yeniden inşa etmeliyiz. Eğitimimiz, adı gibi “milli” olmalıdır. Bunu böyle yapmayıp Batı’nın eğitim anlayışını bu ülkenin çocuklarına dayatmak hayrımıza olmamıştır.
11. Eğitimin ahlaki boyutu her çağda farklılık gösteriyor. Eskilerin “eti senin kemiği benim” düsturu “disiplin” adı altında işkenceye dönüşen bir eğitim sistemi anlayışında şu an. Çocuklar 6 yaşında okula girip 23’ünde çıkıyor, nasıl çıktığını kader belirliyor. Bu bağlamda yeniçağ hakkında anne ve babaların da eğitim görmesi gerektiği konusunda neler düşünüyorsunuz?
Eğitim-öğretim bir bütündür. Birinde “bilgi” diğerinde “değer” hâkimdir. Daha doğrusu olmalıdır. Ne var ki ikisinin arasını bir hayli açmışız. Biz geleneksel eğitimden nerdeyse tamamen kopmuş, örnek aldığımız batılı eğitimi de kendi bünyemize göre uygulayabilmiş bir toplum değiliz. Oturmuş, ilkeleri, amaçları, yöntemleri sağlıklı olarak belirlenmiş bir eğitim yapımız yok. Bu durumda olan çocuklarımıza oluyor. Ezbere dayalı, eleştiri ve düşünmeden uzak bir eğitim yapmaya çalışıyoruz. Bu da olumlu sonuçlar vermiyor. Yapılacak olan kendi inanç ve medeniyet dinamiklerimizi esas alarak bilgi ve değeri birlikte ele alan, gençleri yeteneklerine göre yetiştiren, şahsiyetlerini geliştiren, onlara okumayı, bilgiyi ve değerleri sevdiren bir yapı kurulmalıdır. Bunun için elbette eğitimi sadece okula bırakmamalı, aileler de bu konuda bilinçli ve sorumlu davranmalıdır.
12. Öğretmenlerin ruhi yapı itibariyle mesleğe ehil insanlardan seçilebilmesi mümkün müdür?
Bir önemli sorun da öğretmen sorunudur. Öğretmeni sadece KPSS’ye göre seçmek kesinlikle doğru değildir. Bu meslek, özelliği olan bir meslektir. Öğretmen olacakları sadece bilgi olarak değil kişilik olarak da bir sınamadan geçirip öyle görevlendirmeliyiz. Bu eğer istenirse çok da zor değildir. Her şeyden önce öğretmen okulları yeniden açılmalı buraya dikkatli bir seçimle öğrenci alınmalı, bunlar daha sonra eğitim fakültelerinde öğretmen olmayı bir ideal haline getiren kişiler olarak yetiştirilmelidir. Sevgi ve idealizm olmadan hiçbir işte başarılı olunamayacağı gibi eğitimde hiç de başarılı olunamaz. Çünkü burada muhatap insandır. İnsanı tanımak, onun hem fiziki hem de ruhi gerçekliğine, özelliğine uygun bir eğitim vermek lazımdır.
13. Dil inceliği ile kaybettiğimiz değerlerimizi kazanmamız mümkün müdür? Şiir burada hangi rolü üstlenmiştir?
Şiirin insanı inşada rolü çok büyüktür. Düşünün 13. Asrın karanlığından bizi Yunus Emre, Mevlana, Âşık Paşa gibi şairler çıkardı. Milli mücadele döneminde biz şairlerle ayağa kalktık. En öne çıkan isim Mehmet Akif Ersoy’du ve o da bir şairdi. Böyle olmasının sebebi şiirin bizim kalbimize ve aklımıza doğrudan ve dolaylı olarak hitap etmesidir. Bilindiği gibi şiir, şuur kökünden gelir. Diğer yandan şiir kalbin sesidir. Bizi rutin ve yüzeysel olanın dışına çıkarır. Bizi kendimizle yüzleştirir. Bu beraberinde sorgulamayı getirir. Zaten soru sormaya başlamışsak gerisi gelir. Zira, bu bir bilinç halidir. Bilgi ve bilinci esas alan bir insanın varlığını anlama konusunda şiir onun önüne nice kapılar açar. Bu kapılardan içeri girebilirsek değerlerimizle yeniden bulaşabiliriz. Zira her kelime bu değerlerin koruyucusudur. Kelime kaybolursa düşünce de kaybolur.
14. Ve son olarak bizi bir dizeyle uğurlamanızı istersek?
Bir şiirimde söyle bir dize yer alıyor: “Gönlümde hiç sönmeyen bir ışık var” Sizi bununla uğurlamak isterim. Zira, insan gönüldür ve o ışık sevgidir. Temel değer bu olursa aşamayacağımız engel, başaramayacağımız bir iş yoktur.
Mustafa Özçelik