- Sinan Canan kimdir?
Bu soru zor bir soru aslında. Bir bilsem, başka bir şey bilmeme hacet kalmazdı! Ama adet olduğu üzere ana hatları ile tarif edilse, Ankara’da dünyadan gelmiş (evet, dünyaya değil, dünyadan gelmiş), esnaf bir baba ile hemşire bir annenin ilk oğlu, meraklı ve çenesi düşük bir çocukluğun ardından üniversitede biyoloji tahsili ile aydınlanan gençlik yıllarının akabinde akademik hayata dallanan garip bir hayat çizgisine sahip bir ademoğludur denir, olsa olsa. Profesyonel mesleği ise “meraklı” olmaktır diyebilirim. Şimdilerde üç çocuk babası, ellili yaşlarına yaklaşan ama ergenliğini henüz tamamlayamamış bir Y kuşağı mensubuyum sanırım… - Dergimizin bu ayki konusu “kaybolmak”. Hiç kayboldunuz mu? Kaybolmayı nasıl tanımlarsınız?
Çok. Kaybolmak, özellikle düşüncelerde ve meşgalede kaybolmak en iyi yaptığım şeydir. Hayat gailesi içinde, bazen korkular, bazen arzular içinde kayboluruz ya, öyle bir şey. Kendini anlama yolculuğunda sık uğranan bir duraktır kaybolmak. Hele ki biyoloji ve beyin gibi, varlığın en büyük muammalarına kafa yormak gibi bir meslek yüklenmişse size, kaybolmadan ilerlemek neredeyse mümkün değildir. Kaybolmak, benim için, bildiğim ve bilinen tüm referans veya kerteriz noktalarından uzağa düşmek, rotayı yitirmek, çoğu zaman özgürleşmek ve bundan bazen ölesiye korkmak gibi anlamlar taşır. Severim kaybolmayı. Uzun süre kaybolmamışsam, huzurumu ve sağlığımı dahi kaybedebilirim. Zihinsel olarak kaybolduğumda Araf’ta bulurum kendimi. Evvelden edindiğim hiçbir zannımın artık yetmediği, konfor alanımın tuzla buz olduğu o kaybolma anlarından sonra çoğu zaman pek açık ve cennet-vari bir vadide, yahut suyunu patlayana kadar içmek isteyeceğim yeni ve gürül gürül akan bir nehrin kenarında bulurum kendimi. Kıpırdamayan, cesaret etmeyen, harekete geçmeyen, risk almayan kaybolmaz. Zanlarından örülü dünyasında konfor içinde yaşar (çürür) gider. İnancım odur ki, kaybolmazsan, cenneti de bulamazsın… - Bilgiyi paylaşmayı ve öğrendiğinizi anlatmayı sevdiğinizi katıldığınız her programda dile getiriyorsunuz; kurucusu olduğunuz ve birçok soruya cevap aradığınız “Açık Beyin” oluşumu fikri bu bağlamda mı çıktı yoksa farklı bir amacı var mıydı?
Açık Beyin bu anlamda kurduğum ilk oluşum değil ama inşallah nihaisi olacak. Benim amacım şu aslında: Anlamak için bazen saatlerimi, bazen günlerimi çoğu zaman da yıllarımı verdiğim, ama anladıktan sonra beni mutlu ve daha iyi kılan her türlü bilgiyi, isteyen herkese sunmak, onlara olabildiğince vakit kazandırmak, bunu başkalarının da yapmasını özendirerek onlardan da öğrenebilmek. Ben bilginin çılgınca arttığı bir zamanın çocuğuyum. Dijitalleşmenin doğumunu, bebekliğini, çocukluğunu ve ergenliğini yaşadım; şu anda da galiba erginleşme dönemini sürüyoruz. Her alanda “veri” çılgın gibi birikiyor. Ama bu veri yığınının, bu “bilme” ve “haberdar olma” illüzyonunun içinde anlam açısından ciddi bir zafiyet var. Verileri (malumatı) birleştirip bilgiye, bilgiyi marifete (arifliğe), marifeti hikmete (rehber bilgeliğe) çeviremiyoruz artık. Burada en büyük görev, ihtisaslaşmış bilgi sahiplerine düşüyor. Bu devirde en büyük hizmet, bence, sahip olduğun güncel bilgiyi, alanının dil ve terim sınırlılıklarının ötesine taşıyıp anlaşılabilir ve kullanılabilir hale getirmektir. Bilimsel bilgiyi kadim bilgelikle sınamak, karşılaştırmak, elemek ve rafine etmek de önemli gereksinimlerden biri. İşte ben şimdiye kadar değişik başlıklar altında hep bunu yapmaya çalıştım. İnsanlığın ortak malı olan bilginin, bir sinirbilim uzmanı ve bilim meraklısı olarak bana düşen kısmını, herkese açmaya çalıştım. Mesela beyin bilimleri, teknik dil itibariyle o kadar karışıktır ki, orijinal araştırmaları uzmanların bile anlaması bazen zordur. O nedenle insan hakkında bu zamanda en çok ve en doğrudan bilgileri sağlayan bu beyin bilimleri alanının bilgilerini anlayıp anlatabilmek, beyin bilgisini “açık” hale getirmek, bence bana düşen kaçınılmaz bir görevdi. İşte AçıkBeyin, böyle bir amaçla kendiliğinden ortaya çıktı. - Canlılar içinde sınırlarını aşan tek canlı ve en acayibi insan diyerek insanı çok farklı bir konumda tutuyorsunuz. Merak ediyoruz sizin için insanların en acayibi kimdir, ne yapandır, ne söyleyendir ya da ne yapmayandır?
Aslında insan ne yapsa acayiptir; zira varlığı adeta acayipliğin tanımı gibidir. Ama bu sıradan acayipliklerin yanında, arzularının hilafına davranışlar sergilediğinde, ölümlülüğünün bilincinde iken hayattan keyif almaya devam ettiğinde, kimse görmediği zamanlarda göremediği şeyleri, gözden ırak türdaşlarını dert ettiğinde, bir yüzeye sürülmüş boyalara bakarken yahut art arda dizilmiş notalarla karşılaştığında gözyaşı döktüğünde, işte böyle anlarda, insan acayiplikten öte, hayranlık uyandırıcı bir muammaya dönüşür benim için. - İnsan beyni üzerinde yaptığınız araştırmalar neticesinde öğrendiğiniz en ilginç, en şaşırtıcı olayı bizlerle paylaşabilir misiniz?
Akademik yaşamımın ilk yıllarında bizzat elektron mikroskobu ile civciv beyinlerine ait minicik örnekleri incelerken, bu dünyada sadece 24 saat yaşamış ve kontrollü laboratuvar koşullarında sadece tek bir basit görevi öğrenmiş civcivlerin, bu basit öğrenme deneyimlerine mukabil beyinlerindeki bağlantıların yüzde otuz oranında arttığını gördüğümüz gün, bir daha hayatımda hiçbir şeyin aynı olamayacağı bir dönemece girdiğimi bilmiyordum. Seneler sonra o günlerde tüm dünyada yapılan çalışmalara bakınca, ders kitaplarında yazan bilgilerin nasıl değişmek zorunda bırakan, beynin sabit bir veri depolama diskinden çok öte, sürekli değişen ve gelişen bir sistem olduğunu anlamaya başlamamızı sağlayan o devrimsel dönemlerin çok az insana nasip olan hazzını hep hissederim. Tabii bunun yanında Türkiye’nin en çalışkan bilimsel araştırma gruplarından birinin mensubu olma ayrıcalığını da unutmamak lazım. Bana verilen birçok büyük lütuftan birisi de buydu ve benim gibi özde tembel bir genci, bir bilme ve anlatma aşığına dönüştüren süreçte o ilk akademik yılların katkısı pek büyüktür. - Ve bir bilim insanı olarak hiç yanıldınız mı, hangi konuda?
Çok! Bilimle profesyonel olarak uğraşmaya ilk başladığımda, özellikle inançlarım ve bilgilerim arasındaki zihinsel tasniflerimden çok emindim. Gayet ukala ve bilgiç bir tavırla, çenemin de kuvvetiyle, mesnedini bile bilmediğim kör inançlarımı iştahla savunurdum. Bunların hemen hepsinde yanıldığımı birkaç yıl içinde anladım ve hayatımın en bahtiyar dönüşümlerini yaşadım. Evrim ve inanç arasındaki bitmeyen tartışmanın odağında eğitim almış ve bilinçsizce, takım tutar gibi bir tarafı seçmiş gençlerden birisi olarak, yıllar içinde kendi kendime attığım sayısız fikri tokadın neticesinde, çok şükür, temel bütün düşünlerim değiştir. Hala da değişmeye devam ediyor. Birkaç ay içinde temel kabullerimi sarsan bir şey öğrenmezsem, biliyorum ki tembellik ediyorumdur. Biliyorum ki konforuma gömülmüşümdür. Anlıyorum ki biraz “kaybolmanın” zamanı gelmiştir artık. - Açlığa dayanabilen atarımızın torunlarıyız sizin tabirinizle, nasıl oldu da internete, televizyona, telefona bağlanmayı bu kadar çabuk kabul ettik? Bu bağımlılığın bir hikâyesi var mıdır?
Aslında insanın temel ihtiyaç ve donanımını tanıyınca, neden tabiattaki milyonlarca canlı arasında sadece insanın böyle handikaplara kısıldığını daha iyi anlayabiliyoruz. Bu tip bağımlılıklar, iki temel özelliğimizden kaynaklanıyor. Birincisi, tüm hayvanlarla ortak olarak paylaştığımız “ödül” ve “zevk” hissi devreleridir. İşimize yarayacak, bizi hayatta tutacak ve soyumuzu sürdürmemize yardımcı olacak her deneyim bize belirli düzeylerde haz verir ve biz bunları sürekli ararız. Aynen diğer canlılar gibi. Fakat ikinci özelliğimiz nedeniyle bu bizim için aynı zamanda bir tuzağa dönüşür: Aşırı gelişmiş zihinsel yeteneklerimiz sayesinde, bu zevk verici imkanları abartabilir ve kötüye kullanabiliriz. Tabiatta azıcık bulunan şekeri veya alkolü bolca üretip tüketebilir; cinselliği pornografi düzeyinde istismar edebiliriz. Bu yeteneklerimiz, böyle yıkıcı yönlerde işledikçe cezasını ve cehennemini de içine taşır. Örümcek Adam’ım “büyük güç büyük sorumluluk ister” öğüdünü veren amcasına kulak vermeyi ihmal ettiğimiz için, yakın gelecekte buna benzer çok daha büyük bağımlılık sorunları kapımızda bekliyor. Zira biyolojimizin o temel devreleri değişmeden orada öylece duruyor; ama biz suiistimalde sınır tanımıyoruz. - Ciddi bir müzik kariyerini bıraktınız, bölüm seçiminde gönlünüzden edebiyat bölümü geçerken çok farklı bir dal olan biyolojiyi tercih ettiniz yani kararlarınızda hep net olduğunuzu görüyoruz. Karar vermede ölçütünüz nedir? Sınav sistemi içinde kaybolan gençlerimizin ileride yapacakları tercihler için tavsiyeniz ne olur?
Aslında öyle bir görüntü çizdiysem hatalı olmuş! Karar verme konusunda hiçbir zaman net ve kesin olmadım, olamadım. Bir avantajım vardıysa eğer, o da muhtemelen şartları fazla zorlamayı veya inat etmeyi sevmememdir. Biyolojiyi tercihim de, akademisyenliğim de, müziği bırakmam da, karardan ziyade “daha yakın yolu tercih etme” reflekslerimle ilgiliydi. Müzik, benim için anlatım yollarından birisiydi mesela; ama daha keyifli olan “bilimsel anlatı”yı keşfedince, oraya doğal olarak yöneldim. Yahut akademisyenlik seçeneği yolda karşıma çıkınca hiç düşünmeden “evet” dedim, zira aksi taktirde baba mesleği olduğu için esnaf olmak zorunda kalmak gibi bir risk vardı karşımda; ki onu hiç ama hiç istemiyordum. Neticede “fıtratına uygun yönde akabilme şansına nail olmuş” birisiyim gibi geliyor bana. Ve bu günlerde bana “çok yoğunsun, azıcık dinlen, perişan oluyorsun” diyenlere, bu kadar nimete karşı başka nasıl şükredeceğimi bilmediğim için bu tempoyu severek ve isteyerek yaşadığımı anlatmayı pek başaramıyorum. Bildiklerimin ve yaptıklarımın hiçbirisi benden değil; inatla sürdürdüğüm hatalarım hariç…