Hepimiz, her gün çeşitli olaylar yaşar, çeşitli varlık ve nesneler görür, kitaplar, dergiler okur, ağlar, üzülür, güler ya da seviniriz. Bütün bunlar bir şekilde iç dünyamızda, ruhumuzda ve kafamızda bir etki yapar, yankı bulur, çeşitli söz ve davranışlarımız bunlara göre biçimlenir. Derken, ertesi gün hayatın bir başka sayfası açılır önümüze ve biz, belki de çoğu kez bir önceki sayfayı yeterince kavramadan bir sonraki günün sayfasına geçeriz.
Bu tabii hadise şair için daha farklı gerçekleşir. Şair, dışarıdan aldıklarını içinde özümsedikten, olgunlaştırdıktan sonra şiirin kendi gerçekliği ve diliyle ifadelendirir. Şiire özgü bu gerçeklik ve dildir ki yaşananlar, görülenler, okunanlar bambaşka bir şekil ve muhteva ile karşımıza çıkar. İşte o zaman, anlarız ki olayların görmediğimiz başka bir yüzü, varlık ve nesnelerin daha önce fark edemediğimiz ayrıntıları, gülmemizin, ağlamamızın başka bir sebebi vardır. Şair, bu anlamda gücü oranında bize düşünemediklerimizi düşündüren, hissettirmediklerimizi hissettiren bir kişi olur. Onun içindir ki, her şairde daha doğrusu şiirde, kendimizden, duygularımızdan, hayal ve özlemlerimizden bir parça buluruz. Adeta şair, bize bizi anlatmaktadır hem de bizi bizden daha iyi tanıyan biri sıfatıyla.
Şairin sesi, bu bakımdan dikkate alınması, dinlenilmesi gereken bir sese dönüşür. Bundandır ki neredeyse bütün bir tarih boyunca şairler, söylediklerine göre ya övgünün, beğeninin doruklarına çıkarılmışlar, ya da kurulu düzenlerle, egemen fikirlerle çatışma içine girdikleri için susturulmak istenmişlerdir. Şairlik keyfiyeti ne derecede olursa olsun, burada M. Emin Yurdakul’un “Şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” sözünü şiir ve şairin bu yönünü belirtmesi açısından anmak gerekir.
Şairini sesi, bir haykırış, bir isyan mıdır? Evet, kimi zaman hatta çoğu zaman böyledir. Kimi zaman ise, bizi tefekkür denizlerinde yolculuklara çıkaran bir fikir balı, bazen ise sevinç ve coşkudur. Bu ses, bir gün, bir dua, bir yakarış, inleyiş olarak da karşımıza çıkabilir. Sesin niteliği ne olursa olsun, bence önemli olan bu sesi duymak, anlamak, bu sesi kendi sesimiz olarak kabul etmektir. Çünkü şair, biz hangi durumda olursak olalım, bize bizi anlatmakta ve bu manada imdadımıza koşmaktadır.
Bu ses, karşılıksız kalamaz. Bu sese kulak tıkamak, gönül kapılarını açmamak bir tür sağır, kör ve dilsiz yaşamaktır. İnsanoğlu zaman zaman bu hataya düşse bile, er geç şairin sesine kulak verir, onunla yeniler kendini, yeniden sevmeyi, özlemeyi, beklemeyi, isyanı, onurlu yaşamayı öğrenir. Bundandır ki, şairler sofrası hep açıktır insanoğlunun önünde. Şartlara göre kimi zaman Mevlâna olur bu sofranın konuğu, kimi zaman Mehmed Akif ya da Yunus, Fuzûlî, Şeyh Galip, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Ziya Osman… Ayıramazsınız bunları birbirinden. Çünkü her biri başka yönüyle duyarlığınıza seslenirler. Nice açılmadık kapılar vardır içimizde. Onlar, işte bu kapıları açarlar. İçimizdeki insani cevher, onların çabalarıyla ortaya çıkar.
Bugün, savaşların, haksızlıkların, adaletsizliklerin, zulmün egemen olduğu dünyamızda şairlerin sesine, her zamankinden daha çok muhtacız. Açın şiir kitaplarınızı, Yunus’la kalp denizlerine bir yolculuk edin. Mevlâna ve Yunus Emre ya da Eşrefoğlu size aşk dersleri versin. Necip Fazıl’la metafizik ürpertiyi yaşayın. Cahit Sıtkı, size hayat ve ölüm hakkında çok şeyler söyleyebilir. İsterseniz Yahya Kemal’le tarihe bir yolculuk yapın. Ziya Osman’la evinize, çocuklarınıza bir akşamüstü özlemle dönmenin keyfini yaşayın. Sezai Karakoç’tan “Taha” olmanın sırrını öğrenin, Akif’le ağlayın ve bütün damarlarınızda bir başkaldırı kanı yayılsın zulmü boğmak, akan kanları durdurmak için. Yanlışı doğruya, geceyi gündüze, kini sevgiye, zulmü adalete çevirmek için.