Ne kadar bilgi sahibi olursak olalım bildiklerimizi nasıl ifade ettiğimizdir önemli olan. Duygu ve düşüncenin tezahürü olan sözler ancak doğru ifadelerle yerini bulabilir. Bundan dolayıdır ki nasıl söylediğimiz ne söylediğimizden daha önemlidir. Bunun yolu da konuştuğumuz dilin inceliklerini bilmekten geçer.
Düşünün ki bir öğretmen, doktor ya da avukatsınız. Alanınızla ilgili birçok bilgiye sahipsiniz ama konuşamıyorsanız bildiklerinizin pek bir önemi kalmaz. Mesleğinde, sosyal yaşamında başarılı olan kişilere bakacak olursanız çoğunun iyi konuşan kişiler olduğunu görürsünüz. Doğru ve güzel konuşmak ise hiç şüphe yok ki ciddi bir emek ister. Bu işe gerçekten gönül vermeden ve azmetmeden etkili konuşmak mümkün değildir. Bunun için de en başta iyi bir dinleyici olmak, çevremizdeki seslere kulak vermek, kendimizi dinlemek gerekir. Mevlâna’nın “Söz söylemek için önce duymak, dinlemek gerek. Sen de söze dinlemek yolundan gir”sözü dinlemenin önemini ortaya koyar. Bizler çoğu zaman dinlediğimizi zannederiz. Ancak duymak ile dinlemek arasında belirgin bir fark vardır. Dinlemek bilinçli bir faaliyettir. Bilhassa güzel ve etkili konuşan kişileri dinlemek, onları örnek almak konuşmamızı iyileştirmek yolunda atacağımız önemli bir adım olacaktır.
Dinlemenin yanı sıra konuştuğumuz dilin fonetiğini, vurgu ve tonlamalarını iyi bilmek, artikülasyona, diyafram nefesine, yaygın dil yanlışlarına dikkat etmek gerekir. Bizler kendimizdeki ve çevremizdeki söyleyiş kusurlarına öylesine alışmışızdır ki çoğu zaman bunun bilincinde olmayıp konuşulan dilin doğru olduğunu düşünür, hatta iddia ederiz. Bu durumu anlatan güzel bir hadise vardır: Kastamonulu bir vatandaş İstanbul’a gider, gezer, eğlenir. Memleketine dönünce akrabaları İstanbul’u ve bilhassa İstanbulluları anlatmasını ister. Kastamonulu: “İstanbullular eyi, hoş emme dilleri gubaat” der. Kastamonulu, İstanbulluları beğenmiş ama dilleri ona kaba gelmiştir. Bu hadiseden de anlaşılacağı üzere birçoğumuz kelimeleri yanlış telaffuz ettiğimizi fark etmeyiz. Ancak diksiyon çalışmalarına katıldığımızda konuşmamızdaki bu kusurları fark ederiz.
Diksiyon eğitimlerinde kursiyerleri en çok şaşırtan şey; Türkçenin aslında yazıldığı gibi okunan, okunduğu gibi yazılan bir dil olmadığını görmeleri olmuştur. Oysa bize yıllarca hep farklı öğretilmişti. Bunun da sebebi gramer ortak olsa da kullanılan dilin yöreye göre farklı ağızlara dönüşmesidir.Ağızlar halkın kullandığı doğal konuşma biçimleridir.Örneğin, “ne yapıyorsun”kelimesini bir Ankaralı “napıyon”, Trabzonlu “napiysun”, Çanakkaleli “napdurun”, İstanbullu “napıyorsun”şeklinde telaffuz eder. Ancak, her dilin tek bir edebi ağzı vardır ve bu o ülkenin kitle iletişim araçlarında, sinemalarında, tiyatro sahnelerinde ortak kullanım olarak benimsenir. Türkiye Türkçesi’nin kabul gören edebi ağzı da İstanbul ağzıdır. Herkesin anlayabildiği, estetik ve kulağa hoş gelen bir ağız olması kabul görmesinin en önemli etkenlerindendir. Bu nedenle diksiyon çalışmalarında İstanbul Ağzı esas alınır.
Konuşan insan olarak İstanbul ağzını ne kadar çok hayatımıza yerleştirirsek o kadar içselleştirmiş oluruz. Ama bunu yaparken de samimiyetten uzaklaşmadan, içtenlikle ve layıkıyla yapmamız gerekir. Çünkü bizler konuşarak sadece kendimizi ifade etmiş olmayız aynı zamanda kendimizle ilgili bazı ipuçlarını da vermiş oluruz. Sesimizde; kişilik özelliklerimiz, bilgi birikimimiz, niyetimiz, hayal dünyamız, duygu durumumuz hâsılı içimizdeki biz gizlidir. Yüzlerce yıl önce ünlü filozof Sokrates de “Konuş ki seni görebileyim”sözü ile bunun önemine vurgu yapmıştır. Dolayısıyla etkili konuşmak, konuşurken de kendimizi en doğru biçimde ifade etmek çok önemlidir. Bunun yolu da diksiyon eğitimlerinden geçer.