Zaman ne kadar da uzun, ne kadar da kısa bir kelam. Ne kadar uzak ne kadar yakın. Nasıl da katı nasıl da sıvı her yere akan, nasıl da gaz olup havaya karışan. Ciğerlerimize dolan bazen de bizi nefessiz bırakan element.
Üç boyutlu dünyamızda, dördüncü boyutun da zaman olduğunu ifade edenler de var. Her taraftan bizi kuşatan, değiştiren, dönüştüren bir mefhum bir muammadır zaman. Somut olarak ele alınamayacak olsa da gözle görülen bir şey olmasa da zaman, etkilerini vücudumuzda ve etraftaki cisimler ve canlılar üzerinde şahit olduğumuz bir bilinmezdir.
Zamanın etkilerini “zamanla” görüyor ve ölçüyoruz. Zamanı zamanla ölçüyoruzdur bir bakıma. Neyi kendisiyle tartıp ölçebiliriz ki?
Kendimize biçtiğimiz değeri bile başkalarının ve çoğu zaman yakınlarımızın, yabancıların gözünde görmeye çalışırız. Kendimizi bile başkalarının gözleri ve ölçütleriyle ölçerken sadece kendisiyle ölçülebilecek bir şey ne kadar da değerli olsa gerek. Tıpkı hayat gibi değil mi?
Saatler, takvimler ve mevsimler bir şeyi ölçemez şahit olur belki. Hiçbir deniz derinliğini metrelerle ölçmez. Suların boğulduğu, suların hayat taşıdığı bir alanda derinliği ölçer. Hiçbir dağ görkemini rakımdan almaz. Hiçbir ağaç yaprak sayısıyla değerlendirilmez gölgesinde himaye ettiği insanlarla ölçülür büyüklüğü, yaşı.
Geçen yıllarla ölçemeyiz yaşımızı. Şahit olduklarımızla ölçebiliriz ancak. Zaman içimizden dışarıya doğru kavurur bizi. Zamanın acımasız çarkları ya kavururken olgunlaştırır ya da yakıp kül eder bizi kuru bir yaprak gibi. Olgunlaşabilen uzaktan izleyebilir zamanı ve etkilerini görebilir zamanın. Yaprak gibi bir anda kül olan ise şahit olamaz zamanın cilvelerine.
Zaman kendini kendisiyle tartar. Kendi şahitlerini kendi seçer. Ateşe dayanıklı değerli elementi seçer gibi. Erimeden, bükülmeden yanıp kül olmadan olgunlaşabilenlerin üzerinde zamanın imzasını görebiliriz. Zaman kendisi değişmeden, değiştirip dönüştürür dokunduğu her şeyi.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da dediği gibi
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.” Ne içinde olup ne de dışına çıkabildiğimiz ama bizi kuşatan bir kavram. Kendisini doğrudan göremeyip etkilerini hissedebileceğimiz mefhum.
İlhan Berk’in “Otağ” şiirinde:
“Sevgilim, işte eylül
Ve işte senin usul usul seğiren yüzün.
Zaman ki sonsuzdur
Bitmemiş şiirler gibidir.
Bazı hüzünleri
Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir.
Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık
(İsteğin bulanık kıyısında).
Bundan değil midir bizim aşkımızda
Sürekli bir akşam hüznü vardır.”
Değindiği gibi sonsuz, bitmemiş ve sürekli akan bir nehre benzetilir zaman. Başlangıcı ve sonu olmayan sonsuz bir döngü, nehir gibi sürekli akmakta olan sonsuzluk dairesidir zaman.
Oruç Aruoba’nın “Yazılmayan Zaman” şiirinde
“Her şeyi yazarım da
zamanı yazamam –
o yazar çünkü
beni.
Yazar beni
yavaş yavaş
özenli –
azalta azalta
görkemli –
sanki
dolduracakmış
olduracakmış
gibi.
Hâlbuki
sıyırıp düşürmüştür
tırnağımdaki çürüğü
parmağımdaki yarayı
kabuk kabuk
geçirmiştir –
geçerken, sanki
çoğalta çoğalta
yazarak
beni:
özenli
görkemli.”
Biz zamanı yaşayamayız da zaman bizi yaşar sanki. Zaman bizi yaşar, şekillendirir. Hamurumuzu yoğurur ve bizi pişirir. Bazen de pişmeden yakar bizi zaman.
Behçet Necatigil’in “Zaman Kayması” şiirinde
“Kaynaşır birbirine gün olur zamanlar;
Geçmiş, gelecek birleşir tek kesitte.
Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde
Ya da başlar ansızın ta ilerde olacak.”
Dün, bugün, yarın dediğimiz günler tek kesitte birleşir ve andan ibaret olur. Anı yaşayabilen hükmeder geçmişe, bugüne ve geleceğe. Her anı yaşayabilen için geçmiş, bugün ve gelecek tek noktada birleşiverir.
Ahmet UÇAR