“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye? Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye? Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, pir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye? Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi (eskiciye) satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar…Galiba foyanız meydana çıktı yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?”
1.Dünya Savaşı yenilgiyle sonuçlanınca yurt dışına firar eden İttihatçılardan Cemal ve Talat Paşanın kaçışının ardından dört gün sonra Refik Halid Karay tarafından yazıldı bu sözler. Genç Osmanlılar olarak gittikleri Batılı ülkelerden birer devşirme olarak dönen İttihatçılar, “kendi öz kimliklerinden öylesine uzak düşmüşlerdi ki” bundan sonra vatanlarının selameti için çalışamayacakları her hareketlerinden belli oluyordu. Batı hayranı, Batı devşirmesi olmuş bu güruhlardan ümitler çoktan kesilmişti.
Her oluş birbirinin o kadar benzeri ki, çıktığımız bu yolda gözümüze çarpan tarihin tekerrür sahnelerinde aktör değişikliği ciheti bile neredeyse yok. Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli belaları bugün Türkiye’nin başından eksik olmuyor. Bir yanda ‘gaflete kapılan vatan evlatlarımız,’ beri yanda ölüm fermanımızı yazmaya niyetli olan kara afaklı Batı dünyası… Elbirliğiyle aleyhimize çalışıyor. Ne söylersek asırlardır kurulan cümlelerin tekrarı olacak. Ama amaç ve planlar hiç değişmeyecek. Biz bu değişimin neresindeyiz, onu sorgulayacağız doğan her sabahta.
Her şeyin değişim ve gelişim gösterdiği dünyada, köklü irfan ve kültür anlayışımızla uyumlu bir devlet olmanın gururunu yaşadık. Bu ülkenin tarihi kaderi olan İslami tefekkür, ilimde ve medeniyet tasavvurunda öyle bir mevkiye taşımıştı ki bizi, Balkanlar’dan Yemen’e, Kafkasya’dan Mağrip’e kadar uzanan coğrafyada tüm dertlerin sığınağı yapmıştı. Ne var ki kusur göstermeyen kadim medeniyetimiz; artık ilim, irfan ve ihlastan uzak, cevval bir ruhtan mahrum bir neslin elinde eriyor. Bu eriyişin tarihi çok öncelere dayansa da tarihin tekerrüründe rol alan aktörler çağın her devrinde aynı tiple karşımıza çıkıyor. Kitlelerin tarih boyunca ortak noktası ‘İslami tefekküre açtıkları savaş olmuştu.
1952’de, “Avrupa’nın Portresi” adlı kitabında, Yunanistan ve Türkiye için açtığı başlıkta Salvador de Madariaga’nın şu korkunç sözleri tüm bu sahneleri özetler nitelikteydi: “Türk inkılabına hâkim olan ilham ve esas prensiplerin Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde, zamanın Türkleri her bakımdan Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaktır. Türkler eskiden beri ne derece Hristiyanlığa uzak ve Müslümanlığa yakın olmuşlardır? Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslami tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..”
O tarihlerde Avrupa için büyük bir tehlike gibi görülen Sosyalizm bile ne Avrupa’nın ne de Türkiye’nin, insanları yığınlaştırmadan onlara bir düşünceleri olduğunu ve eşrefi mahlukat olduklarını hatırlatan “İslami tefekkür” kadar tehlikeli gelmemiştir.
Fakat dün olduğu gibi bugün de, düşmanı bu denli korkutan İslami tefekkür; politikacısından aydınına her kesimin ortak kanaati olmadığı takdirde, gelecek olan bir sonraki nesil için karşılığı olmayan bir hayal ürününe dönüşür.
İdeallerinden uzak bir nesille nereye varılır, bilemeyiz. Ne var ki popülizmin ve kapitalizmin kıskacına yakalanışımız bırakın tefekkür edebilmeyi, kim olduğumuzu hatırlamamızı dahi engeller vaziyetteyken geçirdiğimiz dönüşümün farkında olamıyoruz.
Dr. Celal Fedai, “Özellikle Batı dünyası kriz zamanlarında kendilerine yön gösterecek entelektüellere sahip, fakat Türkiye’de siyasilere yön verecek, topluma yol gösterecek bir entelijansiya yok maalesef” dediği, “Türkiye’nin Kaderi” kitabında şöyle devam ediyor: “Aslında Türkiye’nin kaderi dediğimiz onun tarihinden ileri gelen kaderidir. Bu kaderi üstlenmesinde zorluk yaşamasının esas nedeni ise anakronik (tarih uyuşmazlığı) düşünmesidir. Bugün yaşadığımız hiçbir problem yok ki tarihin içerisinden geçerek bugüne ulaşmamış olsun. Tarihten bağımsız düşünme çabasının verdiği en büyük zarar ise devlet idesini kaybetmiş olmamızdır.”
İslami tefekkürümüz, düşmanlarımız için bu denli tehlikeliyken; Türkiye’nin küllerinden doğarak tekrar sahnede yerini bulabilecek ilhamı, tarihi kaderinden alacak hâle gelmesi dünyayı endişelendiriyorken, aydınlarımız bu düşünce hamlesini başlatmak için daha ne kadar bekleyecekler. “Müslümanlar gırtlaklarında hava sayaçlarıyla yaşatılmak isteniyor” diyebilen Celal Fedai gibi aydınlara, “Boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan” diyerek hiç çekinmeden sorgulayabilen Nuri Pakdillere ihtiyacımız var.
Pakdil “Batı Notları” kitabında şöyle soruyor ve cevaplıyor: “Nasıl bir kişidir ‘Batıcı aydın’ tipi? Tarihini yadsımış, uygarlığından kopmuş, bağsız, boşlukta sallanan, hiçbir tutumu ile artık ülkesinin insanına benzemeyen biri. Her alanda görüyoruz bu kişileri. Öncelikle de, kültür alanında ortaya çıkarlar… Batıcılık “ulusumuzu yabancılaştırma” girişimlerini kapsayan kabarık bir ‘dosya’dır. Bu dosya açılmalı, bütün belgeler ortaya dökülmelidir. Bir ulus, kendi uygarlığından, kendi tarihinden, bu kadar kolaylıkla koparılamaz.” Bu serzenişler ancak ve ancak dert sahibi mütefekkirin yapacağı iştir. Ve bunları söylemek en büyük haklarıdır. Niceleri yetişsin cânım Türkiye’mde.
Belki doğruyu eksiksiz yapmanın bir tarifi yoktu. Kalpleri ölenler vardı aramızda. Beraberlikten doğan kuvveti duymamışlardı. “Ben” diye bağırırlardı. Onlar “ben” diye bağırdıkça, evet “sen” diye ürküyorduk bizler. Nimeti, zehre dönüştürme görevi düşmüştü onlara, bu dünyadaki nasipleri bu kadardı. Bunca nasipsizliğe inat, Müslüman denilince akla Türkiye gelmeye devam edecek.
“Gönlündeki imana gavurluk bulaştırmayana bin selam, bin sevgi”