Sinema’nın Tekrardan Doğuşu – 90’lar | Panik 9.Sayı

Türk sineması kavramı bir asırdır varlığını gösteren bir olgudur. Osmanlı döneminde başlayan bu serüven genç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde faaliyet göstermiş ve kendini geliştirme fırsatı bulmuştur. Birçok önemli dönemden geçen Türk Sineması kimlik arayışına içine girmiştir. Özellikle toplumsal olaylardan ayrı düşünülmesi imkânsız olan sinema sosyal yaşantı içerisinde insan odaklı olmuştur. 70’li yıllarda Türk Sineması olgunluk dönemi olarak adlandırabiliriz. 80’li yıllara geldiğimizde ise Türkiye siyasi olarak bir cenderenin içinden geçmektedir. Bütün kurumlar lağvedilmiş ve işlevsiz hale getirilerek açık bir hapishaneye dönmüştür ülke. Sinema ise burada büyük bir sansüre maruz bırakılmış ve şahlanması gereken bir dönemde maalesef çökme noktasına kadar gelmiş. Ekonomik ve sosyal bir bunalım dönemi olan 80’ler aslında değineceğimiz 90’lar sinemasının alt yapısını da oluşturmaya başlamıştır. Özellikle sansür kurulu ile karşımıza çıkan bu faşizan yaklaşım tüm ülke sorunlarına sırt çevirmiş ve bir nevi pollyannacılık sergilemiştir.  

1980 döneminin toplumsal değişimlerini bilmeden aslında 90’lı yıllarda yaşanan sinema değişimini bilmek imkânsız olacaktır. 12 Eylül 1980 ile Türkiye’de artık her şey eskisi gibi olmayacaktır. Toplumsal bir çöküntü yaşayan Türkiye kendi kabuğuna çekilmiş ve ülke olarak çok zor bir döneme girmiştir. Özellikle ekonomik alanda yaşanan gelişmeler kentlerin hızlıca göç almasına sebep olmuştur. Özellikle doğu illerinden büyük kentlere yaşanan göçler ülkenin demografik yapısını bile değiştirecektir. İstanbul başta olmak üzere büyük metropol kentlerin doğumuna sahne olacaktır göç olgusu. Büyük şehirlerdeki sağlık sisteminin cazibesi ve sosyal hayatın çeşitlilik göstermesi insanları buraya çeken en büyük ana nedenler olmuştur. Kendisi ile birlikte bir altyapı sorununu getiren göç, gecekondu olgusunu da hayatımıza yerleştirmiştir. Tabii 80’li yıllar geçen dönemlere göre çok az sinema örneklerini görmekteyiz.  Gecekondulaşma konusuna girme sebebim ise yeni kavramın hayatımıza girmesinden dolayıdır. Arabesk kültürü 80’li yıllarda gecekondu olgusu ile birden patlak vermesidir. Bu hem müzik piyasasına hem de sinemanın içerisine girmiştir. Dönemin genç kuşakları tarafından bu yeni tarz sevilmiş ve büyük bir ilgi odağı olmuştur. Köyden kente göçen insanlar bir kimlik bunalımı içerisine girmiş ve ortada bir kültür şoku ile karşılaşmışlardır. Kente adapte olamayan bireyler kendi kültürlerini oluşturmaya başlamışlardır.  

Köyden kente gelen insanlar kültür şokunun etkisinden sonra büyük bir ekonomik buhran yaşamaya başlamışlardır. Özellikle köy yaşantısından çok farklı olan bu mega şehirler insanları birer yabancıya çevirmiştir. Özellikle fabrikalarda çalışan bu insanlar Yabancılaşma kavramının vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyorlar. 80’li yıllarda yaşanan bu değişimler 90’lı yılların bir değişim rüzgârının da habercisidir aslında. Yabancılaşan bu bireyler kendi iç dünyalarına çekilmiş ve toplumsallıktan bireyselciliğe bir geçiş yaşamışlardır. 90’lı yılların yönetmenleri bunu çok iyi bir şekilde irdelemişlerdir. Özellikle Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Tunç Başaran, Mustafa Altıoklar, Ömer Vargı isimler 80’li yılların havasını çok iyi solumuş yönetmenlerdir. Bunu 90’lı yıllara çok iyi yapımlarla göstermişlerdir.  

   90’lar sinemasına artık giriş yapma zamanı gelmiştir. 90’lar belki de herkesin merak uyandırdığı önemli bir dosya konusudur.  Büyük bir kesimin etkilendiği bu dönem şu an yaşadığımız çağın da az çok temellerini etkilemiştir. Özellikle değişim rüzgârları kendini her alanda göstermiş ama 90’lı yıllar bence Sinemanın altın çağı gibi bir dönem olmasına vesile olmuştur.  70’li yıllarda yaşanan komedi furyası ve 80’li yıllarda yaşanan sansür döneminden sonra 90’lı yıllar biraz daha bireyselciliğin bir adım öne çıkmasına neden olmuştur. Yukarıda bahsettiğim gibi kentlerde yaşanan ‘Yabancılaşma’ sorunu bu sefer kendini sinemada göstermiştir. Bu dönem için dünya klasiklerinden etkilenen yönetmenleri verebiliriz. Nuri Bilge Ceylan Rus Edebiyatından etkilenmiş ve hikâyelerinde özellikle Çehov tarzı olarak yorumlanmıştır. Zeki Demirkubuz daha çok Friedrich Nietzsche, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ve Jean-Paul Sartre gibi önemli yazarların hayat hikayelerinden yada kitaplarında geçen pasajlara yer vermiştir. Sinemamız biraz daha sanatsal bir kavram ve kimliğe bürünmüş halde karşımıza çıkıyor.  

1990 dönemi ile başlayan Genç Kuşak yönetmenler furyası bu döneme büyük bir etki bırakacaktı. Özellikle bu yönetmenler Uluslararası arenada aldıkları ödüllerle Türk Sinema kavramını bir adım daha yukarı taşıyacaklardı.  Arenada başarı ile dönen yönetmenler daha çok bütçe bulmaya ve daha iyi koşullarda film çekmeye başlar oldular. İlk sinema çekimlerinde bütçe sıkıntısı çeken genç yönetmenler daha sonra kültür bakanlığı tarafından bile finanse edilecek hale gelmişlerdir.  90’lı yılların en önemli özelliklerinden biri ise senaryo kısmında yaşanan devrimsel niteliklerdir.  Yeşilçam döneminde kısır döngüde olan senaryo 90’lı yıllarda bireysel çalışmalardan dolayı çok çeşitlilik göstermiştir. Birey hikâyelerini daha çok gördüğümüz dönem de bu açıdan zengin bir seçki ile karşımıza çıkmıştır.  

Yazıya son vermeden önce üç tane güzel film örneği ile sonlandırmak istiyorum. 90’lı Yıllara damga vurmuş üç yönetmenden üç güzel film.  

Birinci filmimiz bana göre başyapıt sayılacak bir film.   

Masumiyet (Yön. Zeki Demirkubuz, 1997) 90’lı yıllara damga vuran bir isim varsa buda Zeki Demirkubuz olmuştur. Özellikle sinemada bireyin küçük yaşantısından bizlere güzel enstantaneler yakalattırmıştır.   

“Oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.” Şu cümleden bile filmin derinlemesine bir yorumu yapılabilir. Karakterlerin toplum içerisinde kendilerini kaybetmesi ve yok olan ruhlarının birer sorgusudur aslında Masumiyet.  

Masumiyet filmini bu denli mükemmel hale getiren muhakkak Haluk Bilginer üstadın muhteşem tiradları olacaktır. Doğal ve akışkan diyalogların yaşandığı filmde sizleri sıkacak bir durumda yok. Haluk üstat sanki sizden biri gibi yakın çevrenizden bir Ağabey ya da bir dost gibi içten ve gerçekçi performansı ile filmi yukarılara taşıyor.  

Ağır Roman (Yön. Mustafa Altıoklar, 1996) Bir diğer baş yapıtımız ise bir roman uyarlaması aslında. Metin Kaçan tarafından kaleme alınan bu güzel eser 1996 senesinde Mustafa Altıoklar tarafından beyaz perdeye aktarılmıştır. Mahalle kavramanı dar bir sokağa sığdıran bu kült film sizlere bir Türkiye Panoraması sunuyor aslında. Yozlaşan kültür ve 90’lı yıllara hâkim olan ekonomik sorunlar ve mahalle baskını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Rahmetli Metin Kaçan abimizin kitabında hissettirmeye çalıştığı duyguları çok güzel şekilde perdeye aktaran Mustafa Altıokları da pas geçmemek lazım.  

Tabutta Rövaşata (Yön. Derviş Zaim, 1996) Eğer Doksanlar diyeceksek bana göre Derviş Zaim’siz bir doksanlar söylemek mümkün değildir.  İstanbul’un gerçek yüzünü arka sokaklarını görmek istiyorsanız çok iyi bir yardımcı var oda Zaim’dir. Geceleri hayatta kalabilmek adına türlü türlü yollara başvuran Mahsun’un hayatına konuk oluyorsuz.  

Zaim filmin ismini şöyle açıklamaktadır. “Bir futbol terimi olan rövaşata ise tabutla karşılaştırılamayacak kadar geniş alanı gerektirir. Çünkü rövaşata yaparken sırtınız yere gelecek biçimde havaya sıçramanız, topa bedeniniz havada iken vurmanız öngörülmüştür. İşte tam da bu yüzden tabutta rövaşata yapmak imkansızdır.”  

Kent temasının yoğun bir şekilde gözler önüne serildiği ve film içerisinde karakterimiz olan Mahsun’un kentte nasıl yok olduğunu ve İstanbul’un büyük görkemli şatafatlı binaları arasında nasıl eriyip gittiğini çok güzel sembolize eder.  

90’lı yıllar bir kuşağın belki de hayallerini sevgilerini umutlarını ve yaşamının en güzel yıllarıdır.  Her şeyin gerçek olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Yaşanan dostluklar da aşklar da her şey gerçekti…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz